31 Ekim 2011 Pazartesi

TRAVIS PIERRE RIVIERE’LE BİR DAVA UĞRUNA ÖLMEK VE ÖLDÜRMEK ÜZERİNE

Limpet’in anısına…

Yer altı mahalleleriyle tam da adına uygun bir görüntü çizen Metropolis kentinde imkânsız aşkı işleyen Arap şiirlerini hatırlatan sabahlardan biri daha.
           “Nasıl uçardım havalara,
           göz ucuyla bakabilsem
           ufuktan göklere uzanan endamına,”
dizeleri geliyor aklıma her sabah, Travis’i ufuk çizgisinde siyah deri paltosunun salıntıları arasında adımları gittikçe daha da belirginleşirken hatırlıyorum. Uzun boyu, kısa asker tıraşlı saçlarıyla tehlikeli bir ölüm makinesini hatırlatıyor.  Silahsız bir ölüm makinesi mi, demeyin. Silahını tamamen kendi tasarımı olan ve sağ kolunun eliyle dirseği arasına monte ettiği düzenekte saklar. Tehlike anında kolunu uzatması silahını ateşlemeye hazır duruma getirmesi için yeterlidir. Burnu çenesi kadar belirgin yüzü daima küçümseyen bir ifadeye sahiptir. Alt dudağını genellikle emiyor gibi ağzında saklar.
Arabasına bindi ve “taksi” ışığını yaktı. Köşeyi döner dönmez bir müşteri buldu, müşterinin uzattığı kâğıtta Metropolis’in hemen hemen dışında bulunan bir yer altı mahallesine doğru yola koyulması gerektiği yazıyordu. Yüzünde aynı ifadeyle dikiz aynasından müşterisine baktı. Altın saçlı, beyaz tenli, en fazla on altı yaşında, pembe sakızını dışarıya ilgisiz gözlerle bakarak çiğneyen bir kızdı müşterisi. Sadece dışarıdakilere (o anda dışarıda ne varsa) değil, aralı bacaklarıyla Travis’e karşı da ilgisizdi. İç çamaşırı da yoktu, ne altında ne üstünde. Ensesinden gökyüzüne uzanan kablosu kapıyı kapattığında kapıya sıkışmıştı, bu da sol tarafa dönmesine engel oluyordu. Bu kablo pek çok Metropolis vatandaşında vardı.
“Orada ne işin var?” diye sordu Travis. Sesi kızın ilgisini nihayet bir noktada toplamasına yetti.
“Bilmiyorum. Müşteri ne isterse orda o işim olur.”
“Fahişe misin?” diye sordu Travis.
“Evet. Taksine fahişeleri almıyor musun?”
“Hayır elbette alıyorum fakat senin kadar küçük olanıyla hiç karşılaşmamıştım Metropolis’te.”
“Beni yollayan adamın elinde hep benim yaşımdakiler bulunur. Hem ne varmış yaşımda? İlk defasında on iki yaşındaydım.” Sakızını yuttu “İstersen popomu gaz pedalına koyabilirim…” Travis’in kucağına doğru hareketlendi. Travis elbette böyle bir şeyin peşinde değildi. O küçük altın saçlı kızın ağzına aletini sokmak, Travis asla böyle bir adam değildi. Üstelik bunu herhangi bir erkeğe de yapmazdı. O bu tip şeylerden oldum olası iğrenmiştir. Ensest fikri onu inanılmaz bir işkence aleti gibi sarsardı. Dua ederken bu tip şeyler aklına geldiğinde görünmez bir sıvı salgıladığını ve bu sıvının ensest ilişkiye yol açtığını düşünürdü. Bu sıvıdan kurtulmak için dua ederken kapattığı gözleri hala kapalıyken kafasını duvarlara vurur, çoğu kez de kendini tokatlardı. Kadınları sevmezdi, onlardan hep utanırdı. Bütün bunlar 27. piyade tugayına yazılıp Vietnam’a gidip geldikten sonra başlamıştı. Fakat kadınlarla sevişmek konusunda hep aynıydı.

1.
Saygon… Kavurucu sıcağın muson yağmurlarıyla birden sona erdiği, haftalarca süren yağmurun ardından tekrar kavurucu sıcağın ve yeşil sineklerin ısırmaya başladığı yer. Saygon’daki ilk gününü hala hatırlar Travis. Gazetelerde kahramanlıklarını okuduğu, miğferlerinde barışın aptallık ve kadın işi olduğu yazılı çıkartmaları olan askerleri ilk görüşünü, onların hayatı umursamayan tavırlarını… Sigaralar lezzetliydi, çavuşlar ve daha ne kadar üst rütbeli varsa hepsi rahat tavırlarıyla güven aşılıyordu. Birkaç gün sonra kendisine ağır ve havalı bir silah verildi, zenci bir kadın gibi parlıyordu. Şarjörü takıp ilk merminin namluda çıkardığı sesi duymak, kalçasına tokat atmak gibiydi. Eğitimde silahıyla birlikte aynı yatağı paylaşmıştı. Onunla işemiş, onunla gülmüştü.
Muson yağmuru kendini fazla bekletmedi. Altı gün aralıksız yağan yağmur, Travis’e mutfak tezgâhında duran kurabiyelere bir türlü ulaşamadığı çocukluk rüyalarını hatırlattı. Annesine seslenmeye çalışır ama sesi çıkmazdı, tam annesini çamaşır sererken bulup kurabiye isteyecekken rüzgâr beyaz çarşaflar arkasındaki annesini yok ederdi. Annesinin sadece “Pierre!” dediğini duyardı. Üç gün dua etti yağmurun üçüncü gününden sonra. Yağmurun sona erdiği gün (bir sonrakinde tam iki hafta yağacaktı) askerleri kahramanlaştıran propaganda masası çadırının hemen yanında olduğunu fark etti. İklimden deliren bir askerin, onuruyla düşman işkencesine nasıl dayandığını, buna kablosunu kaybetme pahasına nasıl katlandığını konu alan yeni bir yazı hazırlıyorlardı. Neyse ki kablosuzların ceza ehliyeti yoktu, onu biraz daha rahat bir hayatın beklediğiyle avunulabilir. Piposunu yakmaya hazırlanan bir tanesi onu çağırdı ve kendisine kuru kibrit bulmasını emretti.
İki hafta sürecek olan yağmurların yedinci günündeydi. İlk defa bu kadar fazla sürmüştü. Yağmurun ilk günü kavurucu sıcakların gitgide kaybolması şerefine düşüncesizce kafaları çekmişlerdi. Üçüncü günü tabur Travis geldiğinden beridir ilk saldırı emrini almıştı. Travis hariç hepsinin miğferi aynı çıkartmalarla doluydu ve Vietnam’lı bir piliç becermek için düşmandan çok Vietnam’lı bir pezevenk arıyorlardı. Henüz kablolarına isabet ettirecek kadar keskin bir nişancıyla karşılaşmamışlardı. Taburda da henüz böylesi bir keskin nişancı yoktu. Metropolis’te de. Travis’in küçümseyen ifadesini yağmur bile eritemiyordu. Bir köye girdiler. Dayanıksız, ottan yapılma çatıları olan evlerin hepsi yanmıştı, yağmurla karışan duman yine de hoş kokuyordu. Memeleri is kokan bir fahişeyi hatırladı Travis. Beyaz memeleri tam gözlerinin önüne geliyordu ki bir silah patladı. Miğfere rağmen askerlerden biri (sarışın ve kısa boylu olanı) başından vurulmuştu. Kendilerine siper buldular. Travis tek bir Vietnam’lı bile göremiyordu.
“Sen sen sen, benimle gelin, siz üçünüz de palmiyelere bakın.” dedi çavuş. Çıkartmaları kuzeyli bir Tanrı’nın haşmetini, sesi ve koca koca açılmış gözleri küçük bir çocuğun boğazına düğümlenen gözyaşlarını hatırlatıyordu. Bir silah sesi daha duyuldu ve küçük kuzey Tanrı’sı yüz üstü çamura yığıldı. Hava kararana kadar orada bekleme kararı aldılar. Mümkün olduğunca hareket bile etmeyeceklerdi. Bir tanesi bir dal parçası buldu ve miğferini dalın ucuna astı. Yağmur miğferin siperliklerinden damlıyordu. Dalı bir insan boyu kadar kaldırdı ve iki saniye sonra patlayan bir silah sesiyle miğferin birkaç metre arkalarına uçması bir oldu. Miğfer ters dönen bir kaplumbağa gibi çamurun üstünde hafifçe sağa sola sallanıyordu. Travis uzunca bir süredir nefesini tuttuğunu fark etti. Yağmurun eritemediği ifadesini yaklaşan ölüm çoktan eritmiş, o bilindik şeklini vermişti. Kalp atışlarını yavaşlatamıyordu, baş dönmesi ve midesinde daha önce hiç hissetmediği kadar güçlü bir bulantı vardı. Yağmurun verdiği bir duygu mudur bilinmez, Travis suyun içinde gibi hissediyordu kendini. Suyun yüzeyine çıksa bile bu onu hiç rahatlatmayacak aksine onu daha ölümcül bir heyecana sürükleyecekti, Travis o an böyle düşünüyordu. Ensesinde tam da kablonun girdiği yerde yırtıcı bir acı hissediyordu. Palmiyelere baktı ve sanki daha önce hiç karşılaşmadığı bir grup züppeyle karşılaşmış gibi yabancı kaldı hepsine.
Akşamı beklerken hiç bu kadar zorlanmamıştı. Havanın yeterince kararmasıyla harekete geçtiler. İki palmiyenin arasında yükselen beton bir binayla karşılaştılar ormana biraz girince. Demir kapısı, duvarlarında haritaları, Vietnam bayraklarıyla fakat bir o kadar da güvensizliği, akan tavanı ve insansızlığıyla terk edilmiş bir karargâhtı. Travis ikinci katta geldikleri yöne nişan almış on on iki yaşlarında Vietnam’lı bir kız çocuğu buldu. Travis’in geldiğini hala fark etmemişti. Travis’in arkasından gelen askerlerden biri kızı görür görmez hemen nişan alıp “Teslim ol!” diye bağırarak kendini yere attı. Travis hala kıza bakıyordu. Kız onu açık hedef olarak karşısında, yarısı kapının arkasında kaybolmuş bir halde buldu. Nişan almadan Travis’i sağ omzundan vurması zor olmadı, kendisini hemen kapının yanına attı. Travis sağ omzunu tutarak inliyordu, askerler çoktan merdivenlerin alt basamaklarında siper almıştı. Kız küçük ayaklarıyla Travis’in suratına bir tekme attı ve silahını aldı. Merdivenlere bir iki el ateş etti. Askerler teslim olması için bağırıyor ve küfürler ediyorlardı. Kızın kablosu iki askeri öldürdüğü ve bir miğferi vurduğu pencereden giriyordu içeri. Kız normal bir Metropolis’li asker gibi kapıdan değil pencereden girmişti. Bunu yaparken de büyük ihtimalle bir maymun gibi palmiyelere tırmanmıştı. Bu binada da akan tavanın altında pislik ve kül içerisinde günlerce bir hayvan gibi yaşamış, öldürmüş ve ölümle burun buruna gelmişti. Şimdi bu hayvan Travis’in ölümün şekillendirdiği suratına nişan almıştı. Askerleri duymuyor gibiydi ikisi de. Kız alnındaki yeşil paçavrayı düzeltti ve tetiğe bastı. Silah ateş almadı. Tekrar bastı. Yerde inleyen Travis’in silahına yönelmişti ki Travis kızın koluna sarıldı. Kız panik halinde boynuna astığı bıçağını çekti. Travis bıçaklı ele saldırdı, kızın üstüne hatta bacaklarının arasına attı kendini. Diğer askerler harekete geçti, merdivenlerden patır patır postal sesleri ve metal şıkırtıları geliyordu. Sağ omzunu kullanamayan Travis bütün kuvvetiyle bıçaklı eli yerde tutmaya çalışıyordu. Nasıl olduğunu anlamadı, kız bıçağını salladı. Acaba yanlış kola mı yüklenmişti? Travis’in kablosu kesildi. Gözleri yanmaya başladı ve içten içe bir acı sarmaya başladı vücudunu. Kız onu üstünden attı. Travis boğazını yırtarcasına bağırıyordu. Yetişen askerler yerde yatan kıza ateş etmeye başladılar. Silah sesleri, ateş eden askerlerin bağırtıları ve Travis’in acı çığlıkları yağmuru biraz da olsa yavaşlattı.
“Gaz pedalına oturtmak istemez misin beni?” diye sordu kız ve şişirdiği pembe, çilek kokulu balonu patlattı.
“Hayır, teşekkür ederim.” dedi Travis ve Metropolis’in dışındaki yer altı mahallesine doğru sürdü sarı arabasını. Şaha kalkan bir kısrak gibi kısa bir süre asfaltta inledi tekerlekler. Asfaltta simsiyah çizgiler bıraktıktan sonra nihayet ilerlemeye başladı.

2.
Mahallenin karanlığı oldukça koyulaşmışken kız durmasını söyledi. “Bekle beni yarım saat bile sürmez.” dedi kapıyı açıp inerken. Travis itiraz etmedi, taksiden indi. Paçaları çizmesinin deri kaplama topuklarından toprağa dokunuyordu. Kızın arkasından bilindik ifadesiyle baktı. Bakışlarını mahalleye çevirdi ve ucuz lager birası olan barlarını daima takdir ettiği İrlanda sokaklarından birine rastlamak ümidiyle yürümeye başladı. Tuğlayı andıran bir roman okumuştu. Olay İrlanda’da geçiyordu. Adamlar alabildiğine böbrek ve diğer sakatatlardan yiyorlardı. Kitaba dair hatırladığı tek şey buydu.
Turuncu çatılı yeşil bir İrlanda evi gördü. İçerinin nemini avuçlarında çoktan hissetmişti bile. Hemen yanında da sarı ışıklı bir bar. İçerisi alabildiğine turuncu saçlı doluydu, hepsi viski içiyordu. Girdi ve bara oturdu. Siyah deriden dirseklerini bara koydu, dirseğiyle bileği arasındaki mekanizma ses çıkartmadı. Siyah deri paltosunun kollarından çıkan bembeyaz ellerini masanın üstünde kenetledi, sağındaki ve solundaki turuncu saçlılara baktı. Uzun zamandır kablosuz bir adam görmemişlerdi. Travis’e bakarken, gizleyemedikleri hayretleriyle ilk defa insan gören şu yeşil turuncu tropik papağanları andırıyorlardı. Turuncu saçlı garson kız yaklaştı barın arkasından:
“Viski mi?”
“Hayır, bira lütfen.”
Etine dolgun bir kızdı. Dimdik durmuş, elindeki bezle diğer elindeki scotch bardağının içini ovalıyordu. Memeleri oldukça iriydi, bu duruşuyla dikilirken bile Travis’in kenetli duran ellerini ısıtıyorlardı. Onunla sinemaya gitmek isteyecek birini tanıyordu Travis. Tulumbadan çektiği birayı getirdi ve barın arkasına gitti Travis’e şüpheli gözlerle bakarak. Birasından köpüklü bir yudum aldı, ağzında sakladığı alt dudağıyla köpüğü temizledi. İçerden turuncu saçlı, bir gözünü korsan aparatıyla kapatmış gözlüklü bir İrlanda’lı çıktı, çıkar çıkmaz Travis’i buldu gözü. Arkasından gelen turuncu saçlı garson kız Travis’i külah parmaklarıyla belli belirsiz işaret ederken buna aldırmadı bile. Travis de ona bakıyordu. Kablosu kazağının altına giydiği kareli gömleğinin yakasına ve kasketine dokunmadan uzanıyordu geldiği odaya.
“Bunu nasıl başardın?” diye sordu.
“Savaşta kaybettim.” dedi Travis. Başka zaman olsa bu ihtiyara tek kelime bile cevap vermezdi. Travis İrlanda barlarını ve birayı çok severdi.
“Nasıl oldu, anlat!”
Az bir kısmı palmiyelerin gölgesinde, çoğu da Tanrı’nın adına muson yağmuru dediği lanetin altında geçen Vietnam günlerinden bahsetti.
“Yağmurdan nasıl korundun?” diye sordu Tek göz.
“Palmiyelerin gölgesine sığındık.” dedi Travis.
“O zaman palmiyelerin gölgeleri seni daha çok çıldırtmış olmalı.” dedi Tek göz, sonra da “Neyse konumuz bu değil.” dedi. “Konumuz kablo, seni ondan kurtaran şeyi çizer misin bana?”
“Bunu neden istiyorsun?” Travis’in küçümseyen ifadesi sertleşmişti. Çeyrek saat içinde birasını halen soğukken bitireceğini düşünüyordu ama Tek göz bunu şimdiden zorlaştırmaya başlamıştı.
“Kablolardan kurtulmalıyız.”
“Neden?” Travis ayağa kalkmıştı, barda değil de turuncu kafalı müşterilerin doldurduğu masalardan birine oturmuş olsaydı sandalyesi devrilmiş, masa Tek gözün ayağını acıtmıştı. “Neden?”
Tek göz korkmamıştı. Yetişen garson kızı geri gönderdi. “Kablo bizi yönetiyor, nedeni bu.” dedi sakince. “Lütfen otur ve biranı iç.”
Travis bara üç tane madeni para bıraktı küçümseyen ifadesiyle Tek göze bakarak. Dilinin ucu alt dudağındaydı. “Tek gözlüler…” dedi ve İrlanda tipi bardan geri geri yürüyerek çıktı.

3.
Kız taksinin ön farına oturmuş yüzünü siliyordu. Travis’i görünce sigara istedi. Travis cevap vermeden şoför koltuğuna oturdu, kız da yanına.
“Kocaman bir fitifitisi vardı.” dedi yüzünü silmeye devam ederken, Travis arabayı çalıştırdı.
“Yüzüme yaptı.” dedi, yüzünü silmeye devam etti. “Aslında patronum beni beklerlerken taksimetreyi kapattırmamı istedi. Müşterilerin verdiğinin çoğu oraya gidiyormuş.”
“Sorun değil, düşebilirim.”
“Buna gerçekten çok sevinir.”
“Adı ne?”
“Onun adı Patron. Kendisine öyle hitap etmemizi istiyor. Adını hiç söylemedi, kimse de bilmiyor. Kendisine sordum, bana çok kötü davrandı.”
“Gerçekten mi? Ne yaptı?”
“Ustura mı adı her neyse, beni onunla tehdit etti.”
“Seni öldüreceğini mi söyledi?” dedi Travis, dili alt dudağında, kaşlarını kaldırırken.
“Hayır, sadece bana zarar vereceğini söyledi. Kolumdan yakaladı ama kurtuldum, müşteriler beni o halde asla kabul etmezlerdi.”
Bütün bunlar Travis’e sadece savaş zamanlarını, savaşın ve diğer bütün kahramanlarının ışıklar içinde yükselerek kendisine bahşettiği bembeyaz kurtarıcı elbiselerini, aynadaki kızıl sakallı ve uzun saçlı halini hatırlatıyordu. Sadece o kutsal anlar geliyordu gözlerinin önüne.
“Kaç yıl savaştın?” dedi kız, yüzünü silmeyi bırakmıştı.
“Asker olduğumu nerden anladın?”
“Bilmiyorum, bazı özelliklerinden belli oluyor işte. Pek çok asker müşterim oldu.” Travis hayretle baktı kıza bir an. “Elbette hepsi birbirinden çok farklıydı ama seni onlardan ayıran tek şey henüz fitifitini görmemiş olmam.”
“Eminim senden daha fazla çıplak asker görmüşümdür. Birbirlerine çok benzediklerini düşünüyorum.” dedi Travis.
“Sigaran var mı?”
Travis cevap vermedi. Kız da kulağının arkasından çıkarttığı pembe sakızını attı ağzına. Sakız sihirli olmalıydı, kız anında ilgisiz gözlerle dışarıyı seyretmeye koyuldu. Taksiye dair ne varsa ilk bindiği andaki kadar yabancıydı ona şu an. Travis son kez, ağzında sakladığı alt dudağının daha da arttırdığı küçümseyen ifadesiyle dikiz aynasına baktı ve ilk sokağa girdi. Kız ilgisizce kapıyı çarptı. Travis’in iki eli de direksiyondaydı. Beyaz elbise, sakalı ve saçları. Tek gözün birası. Garson kızın ucu turuncu tüylü koca memeleri, hayır hayır! Hayır kız kardeşimin değil. Tek göz cılız bir adamdı. Belki de kızıdır. Propaganda çadırına bir kutu kuru kibritle girmişti. Piposunu yakanın rütbesi neydi? Koca puntolarla “METROPOLİS İÇİN DÖNMEYİ BİLE DÜŞÜNMEDİM” yazacaklardı yarın. Altında işkencede kablosunu kaybeden asker, çenesi diş ağrısından dolayı bağlanmış gibi.
“Ne kadar?”
“Ne?”
Patron Travis’in yüzüyle aynı hizaya gelecek şekilde eğilmişti. “Kızın servis ücreti, ne kadar?”
Travis taksimetreye baktı.
“Kızı beklerken kapattın, kız bu konuda seni uyarmış olmalı.”
“Evet, tekrar açmayı da unutmuşum.” dedi Travis.
Patron buna şaşırmıştı. Karşısındaki adam uykudan henüz uyanmış gibiydi ama dalga geçer gibi bir hali de yoktu. Taksimetre açıktı.
“Ben alışveriş ettiğim herkesle ödeşirim, seninle de ödeşmeliyiz. Patronun iş ahlakı bunu gerektirir. Bak ne diyeceğim. İçeri gir ve bir kız seç o zaman. Hadi in arabadan.”
“Buna gerçekten gerek yok. Galiba birayı fazla kaçırdım, evime gitsem daha iyi olur.” dedi Travis gözünü iki parmağının tersiyle ovuştururken.
“Seçtiğin kızı evine götürebilirsin. Kız seni birayla sarhoş edecek kadar çok bekletmiş, bu da sana ikinci kattakilerden seçme hakkını fazlasıyla veriyor. İkinci kattakiler, dar ve sevimli olanlar.” dedi patron, sırıtıp kaşlarını kaldırdı.
Travis dikiz aynasına baktı. Sokak bomboştu. Sadece köşe başlarında birkaç fahişe vardı.
“İşler iyi değil, bunu görebiliyorsundur.” dedi patron.
Travis’in tam da bunu söyleyeceğini nasıl oldu da bildi? Adam galiba tam bir patrondu. Israrına devam etti. Travis’i ikna etmek için söylediği son söz şu oldu: “Ödeşmeliyiz.”
İlk kattakiler şeffaf iç çamaşırlarıyla, pek çoğu da tamamen çıplak olarak buranın ne tür bir mekân olduğunu fazlasıyla ifade ediyordu. Duvarlarda kum saatini andıran kadınların büyük resimleri vardı, sanırım bunlara poster deniliyordu. Bir tanesinde altın saçlı bir kadın kırmızı fon üzerinde beyaz bikinisiyle poz vermişti. Sağ bacağını diz kapağından hafifçe kırmış ve sol bacağının önüne almıştı. Bu posterin tam altında da fakir sayılmayacak bir “viski masası” duruyordu. Evet bu isimde bir masa ismi tipi yok ama masa farklı markada pek çok viski taşıyordu. Metropolis’in bilindik nemli havası tavanı lekelemişti. Beyaz, tırabzansız merdivenleri çıktığında dar ve sevimlileri buldu. Pek çoğu sadece sigara içiyor ve bekliyorlardı, alt kattaki hareketlilik bu katta yoktu.
Biraz daha ilerlediğinde kızı duvara yaslanmış dışarı bakarken buldu. Hem pembe çikletini çiğniyor, hem sigara içiyordu. Travis’i fark etmedi. Hâlbuki iri Travis’i pek çok dar ve sevimli fark etmiş ve müşterisi olması için kur yapmıştı. Travis tıpkı o kız gibi ilgisizdi şu an bunlara. Beyaz merdivenlere döndü. Çizmelerinin basamaklara her inişinde tahta basamaklar yükü taşımakta zorlanıyor gibi sesler çıkarıyorlardı. Kendisine tahrik edici dokunuşlarda bulunan birkaç fahişeyi de görmezden geldi ve dışarı çıktı.   
Taksisine bir arkadaşının kucağına uzanır gibi girdi. Yüzünü sol avucunun içine aldı. Sağ avucu tekrar direksiyondayken dikiz aynasında uzun saçlı, beyaz atletli, bandanalı, kablosu bandananın altında kalmış, saçlarının arasından uzanıp az önce çıktığı kapıya giden patronu gördü. Köşe başlarındaki fahişeler değişmişti. Patron duvara yaslanmış sigara içiyor ve fahişelerden yana bakıyordu, Travis’i fark etmemişti.
Taksimetre hala açıktı. Patron ve onun dar ve sevimlileri çoktan geride kalmış olmasına rağmen Travis onu hala yanında hissediyordu. Sanki arka koltukta oturuyor, rahatsız edici bakışlarıyla Travis’in dikkatini dağıtıyordu. Tek göze gidiyordu. Tek göze tekrar uğraması için daha onurlu bir mazeret olamazdı. Kablolar artık fazlasıyla canını sıkmaya başlamıştı. Tek göz mutlaka bir çaresini biliyordur. Tek gözlüler bu gibi konularda hiç fena sayılmazlardı. Henüz yeni yeni hayata dahil oluyorlardı ama etkili olabilirlerdi. Arabasını durdurdu. 

4.
Bara girer girmez sert bir “Ne istiyorsun?” sorusuyla garson kız karşıladı onu. Barda iki ihtiyar İrlanda’lı vardı sadece, ikisi de tek gözdü. “Tek gözle görüşmeye geldim.” dedi Travis, “Ona bir viski ısmarlamak istiyorum.” Bara oturdu. Garson kız bulldoglara benzeyen bir suratla bakıyordu ona. İhtiyarlar çok nazik bir tavırla, resmen yalvararak bira istediler. Tek göz odasından çıktı. Garson kız arkası Tek göze dönük “Sana bir viski ısmarlamak istiyormuş.” dedi.
Travis’in karşısına koydu dirseklerini Tek göz. “Bundan memnun olurum.” dedi, “Şimdi, bıçağı bana tarif edebilir misin?” Ciddi ifadesi Travis’in küçümseyen gözleriyle aynı hizadaydı.
“Bir komando bıçağıydı, ama sanki daha ilkel bir bıçaktı. Şu bilindik bıçak sırtlarına sahip değildi, düz bir sırtı vardı. Kabzasından da püskül gibi bir şey sarkıyordu.” Garson kız Travis’e bira, Tek göze de viski getirdi. “Yağmur yağmıyor olsaydı, güneşin şelale gibi akan sarı ışığını bile keserdi.” diye devam etti Travis, “Kız onu boynunda taşıyordu.”
“Kız mı?” diye sordu tek göz.
“Yaralıydım ve silahımı almıştı.” Travis bu soruya takılmak istemiyordu. “Bir şekilde onu etkisiz hale getirmiştim ki bıçağa davrandı. Ya da daha değişik bir şeyler olmuştu, ama kablomu o bıçakla kestiğine eminim.”
Tek göz dirseklerini masadan çekti. “Bekle.” dedi. Biraz sonra pul koleksiyonları için kullanılan defterlerden biriyle geldi. Travis’in önüne ilk sayfayı açtı. Bu bir kılıç albümüydü. İlk sayfada siyah kabzası üstüne altın ejderhalar işlenmiş bir Ninja kılıcı vardı.
“Bunlara bakmanı istiyorum.” dedi Tek göz. “Bahsettiğin bıçağa dair en ufak bir ayrıntı bile işimizi görebilir.”
Travis defteri kendine çevirdi. İkinci sayfada da bir ninja kılıcı vardı. Bu sefer sadece kabzasında değil kılıcın demirinde de bir ejderha vardı hem de koca bir ejderha. Kuyruğu kabzadan başlıyor ve kıvrılan vücudu burnunun ucuyla sona eriyordu. Oldukça kalın bir albümdü. İrlanda’lılar iki kapağın arasını kalın tutmaktan yanaydı hep anlaşılan. Üçüncü sayfada kabzası bir haçı andıran büyük Avrupa kılıçlarından biri vardı. Bıçağa dair en ufak bir detayı dahi çağrıştırmıyordu. Dördüncü sayfada sinemada pek çok kez Arap savaşçıların elinde gördüğü yatağan kılıçlardan vardı. Kabzası ayrıntı seçemeyecek kadar küçüktü. Beşinci sayfada aynı tipteki bir yatağan kılıç vardı fakat ucu kırılmış bir tırnak gibi ikiye ayrılıyordu. Kabzası küçüktü. Nihayet altıncı sayfada onu gördü. Bir Japon derebeyinin şatosunda bulunmuş antika bir ninja kılıcıydı bu. Tıpkı kızın elindeki gibi püsküllüydü, siyah da bir kabzası vardı. Ama bunun haricinde hiçbir detay uyuşmuyordu. “Belki de bana bir bıçak albümü getirmelisin.” dedi Travis. Gözleri hala çevirdiği sayfalardaydı. Tam o sırada viskisinin son yudumunu bir hamlede ağzına boşalttı tek göz, “Sıra onlara da gelecek.”
Gece yarısına kadar altı albüme baktılar. Pilsenerler de dahil olmak üzere pek çok bira içti Travis. Pek çok müşteri gelip gittiyse de o gece işler iyi değildi. Bıçak albümünün ortalarındaydı. Pek çok hançerin ardından ufak bir ninja kılıcıyla karşılaştı. “İşte bu.” dedi. Yanan gözlerini ovuşturdu, alnını tutup dirseğine dayandı. Tek göz bıçağa bakıyordu. Ufak bir ninja kılıcı. Pek çok ustanın onun kadar iyi bir kılıç yapamadığı için intihar ettiği eşsiz bir bıçaktı bu. “Emin misin?” diye sordu tek göz, Travis kafasını salladı. “Gel benimle.” dedi Tek göz ve paltosunu aldı. Barın diğer ucunda uyuklayan garson kıza odasına çıkabileceğini söyledi. “Onu nerede bulabileceğimizi biliyorum.” dedi Tek göz, barın kapısını açtığında Travis kapının üstündeki zili ilk defa fark etti. Uyuşuk bir tavırla onu takip etti.
Gece için söylenebilecek ne olabilir ki? Bilge bir Türk bir kitabında gecenin işçileri hakkında tuhaf zincirler taşıdıklarını yazmıştı. Bu zincirleri salladıkça gece daha erken iniyor, diyordu. Günler kısalmaya başlıyor olsa gerek. Güneşin de onlara uyduğunu düşünmeye mi kalkalım? Olacak şey mi bu? Metropolis empresyonistlerini çoktan gözden çıkarmıştı. Artık sokak lambaları tek bir işçinin kırmızı bir ışık altında oturduğu masadaki mor düğmeye tek bir dokunuşuyla yanıyordu. Bütün teknoloji Metropolis’in ayaklarına serilmişti. Ama sokaklarında tek bir çift ayak sesi bile duyulmazdı çoğu geceler. Sadece kablosuzlar bu işe korkmadan kalkışabilirlerdi.

5.
Tek göz heyecandan yerinde duramıyordu. Aynı zamanda bir korku da çökmüştü midesine. Yaşlı bir kadındı aradıkları. Tek göz onu nerede bulabileceklerini tam bilmiyordu ama birkaç ihtimal üzerine yoğunlaşmıştı. Bu ihtimallerden biri de bu yaşlı kadının çoktan ölmüş olduğuydu. Yine de Metropolis’in dışındaki tepelerden birine bakacaklardı. Tepeye binlerce merdiven tırmanılarak çıkılıyordu. Travis de dahil olmak üzere pek çok kablosuz Metropolis’in dışında yaşardı. “Aradığımız yaşlı kadın,” dedi Travis, “Kablosu var mı?” Tek göz titreyen sesiyle “Hayır,” dedi, “Gittiğimizde hikâyesini kendi anlatacaktır.”
Merdivenlerin tırabzanları bir koridor gibi getiriyordu rüzgârı tepenin karlı doruklarından. Japon fenerleri rüzgârla sallanıyordu. “Bunları her akşam kendisi yakar.” dedi Tek göz, sonu görünmeyen merdivenlere bakarken. “Aslında, önce benim çıkıp ihtiyardan senin için izin almam gerek” dedi, “Ama bunu yapabileceğimi, tekrar dönebileceğimi hiç sanmıyorum, en iyi sen kendini mümkün olduğunca kolla, seni sevmeyebilir.” Tırmanmaya başladılar.
“Sırf bunun için bile şu kılıç merakından vazgeçebilirim.” dedi Tek göz. “Senin gibi olmayı çok isterdim.”
Travis tuhaf bir şey duymuş gibi, küçümseyen ifadesiyle ve kaşlarını kaldırarak baktı “Benim gibi mi?”
“Evet senin gibi.” dedi Tek göz. “Senin gibi. Şu haline bak, tepeyi bile sırtlayabilirsin. Merdivenler eminim şu an senin zorlandığından daha çok zorlanıyorlardır. Bunu nasıl başarıyorsun? Travis, keşke senin gibi olsaydım, bu merdivenleri defalarca tırmanıp, koskoca nadide bir kılıç koleksiyoncusu olabilirdim. Dostum sana imreniyorum. Bir de benim şu halime bak, bu iş sanırım hiç bana göre değil. Sadece bir hevesle girmişim, baksana ne kadar da düşüncesizmişim. Senin gibi bacaklarım, senin gibi omuzlarım olsaydı. Kablosuzluğun da cabası.” Tek göz mutsuz ifadesiyle başını öne eğmişti. Travis Tek gözün derdini anlamıştı. Onu omuzlarına alırken Tek göz hiç de yorulmuş, hayatını yanlış şekillendirdiğinden ötürü derbeder olmuş gibi görünmüyordu. İki cılız bacağını Travis’in bir karpuzu hatırlatan boynunun iki yanından göğsüne indirmişti. Küçük, beyaz elleriyle Travis’in alnından destek alıyordu. Travis hafif bir tebessümle göğsündeki ayacıkları tutuyordu. “Travis, sen çok iyi bir adamsın. Hadi dayan biraz daha az kaldı sayılır.” diyerek kahkahalar atıyordu Tek göz. Tırabzanlar birer fildişi gibi uzanıyordu tepeye serilmiş merdivenlerin iki tarafında.
“Geldik Travis! Geldik!” diyerek birer zırhı hatırlatan omuzlardan atladı Tek göz.
“İhtiyar nerde?”
“Ona böyle dememelisin Travis dostum, ona böyle dememelisin.”
Onu taştan bir arkalığı olan tahta bir sedirde bağdaş kurmuş otururken buldular. Tek gözün bacakları kadar cılız bir asa hemen yanında duruyordu. Kadın bir şeyler mırıldanıyordu. Biraz daha yaklaştılar. “Çatallar ve bıçaklar, gümüş olanlar... Kolyelerim, tokalarım, nereye koydun onları? Dün buradaydılar. Dün, hala buradaydılar.” dedi kadın. Belli ki sayıklamaya onlar gelmeden başlamıştı. Gözlerini kırışık alnına bağladığı siyah bir paçavrayla tamamen kapatmıştı. Dudakları öne uzanıyor gibiydi, sarı tüyler vardı çevrelerinde. Dantel bir eldiven giymiş gibiydi elleri, dizlerine uzanıyorlardı. Boz, tek parça bir elbisesi vardı, belinden kırmızı bir kuşakla bağlamıştı. Paçavranın altından sarkan koca burnunun ucunda beş tane kırışık vardı. Sesi bir soğuk bir rüzgâr gibi fısıldıyordu. “Çeyizimi getiriyorlar, duyuyor musun?” diye devam etti. “Sırma işlemeli perdelerim, kaynanam benim için söylüyor bu şarkıyı, bu onun sesi. Tabaklarıma nasıl kıyarım? Nasıl da beyazlar, gelinler gibi. Uğursuz akşama yaklaşırken gölde fener yüzdürdük. Yılan balıkları suda halkalar çizerek bizlere oyunlar oynadılar. O gün bir geline kıydılar. Damadın yüreğini söküp ayakları altında çiğnediler, damadın ciğeriydi ağzından sarkan, ağzını falan bağlamamışlardı, hayır bir bez olamayacak kadar kanlı bir ciğerdi o. Çığlıkları hala kulağımda.” Doğar doğmaz gözleri bağlanıp küveze konulmuş bir bebek gibi uzatıyordu yüzünü. Kepçe kulakları, seyrek saçları vardı. Travis ve Tek göz büyük bir dikkatle anlamaya çalışıyorlardı. “Damadımın bağırsakları toprağa sarkıyordu oturttukları sandalyede. Akşam o sandalyeye oturacaktık, kardeşleri omuzlarda gezdirecekti bizi. Kırmızı kan tozlu yüzünden açık göğsündeki kemiklere damlıyordu. Hepsini izlettiler bana, alnımdan ve çenemden tutup izlettiler. Sıra bana gelmişti. Vurmaya başladılar. Belimdeki kırmızı kuşağı çözdüler. Bayıldım. Burnumu yakan is kokusuyla uyandım, düğünüme dair her şeyi yok etmek istiyorlardı. Çeyizimdeki tabaklar yerdeydi. Bütün gücümü topladım, elime geçen ilk şeyle, bir odun parçasıyla gardımı aldım ve onlardan tam yedi tanesini öldürdüm. Defalarca yere serdiler beni, her seferinde kalkmasını bildim. Benimle baş edemediler, kaçtılar. Kovaladım onları, üzerimde gelinliğimle gücüm tükenene kadar kovaladım. Gücüm tükenip bayıldığım yerde bir odun parçasıyla bile nasıl harikalar yaratabildiğimi duyan bir kılıç ustası buldu beni. Kablosuz, neşeli bir adamdı. Geniş siperli, hasırdan bir şapkası vardı. Bıyıkları ağzını kapatırdı. “Sana pek çok kılıç yaparken izleyeceksin beni, birlikte dağlarda demir bulacağız.” dedi. Bir su damlası gibi kulağıma damlayan sesi, ne kadar da güzeldi. Uzun zamandır öyle bir güzellikle karşılaşmamıştım. Her gün dağlara çıktık. Hamileydim. Ama karnıma bırakılan bu çocuğu kaybetme pahasına izledim kahkahalarıyla yamaçları yankılatan, kuşlarla konuşan ustamı. Çocuğumu beş aylıkken kendim çıkardım rahmimden. Beyaz tüylerle kaplı, cansız bir ucubeydi. Beyaz bir satiri hatırlatıyordu. Kulübeye kanlar içinde döndüğümde ustam çocuğu bıraktığım yerden almamız gerektiğini söyledi. Döndüğümüzde çocuğumun kanıyla ıslanmış çimenleri bulduk. Hayvan ve kan izlerini takip ettik günlerce ama onu bulamadık. En ufak bir acıma duygusu bile hissetmedim. Nihayet ustam bir şafak vakti demir aradığımız tepelerin birinde bilmem gereken son sırrı da öğretti bana. Artık kendi kılıcımı yapabilecektim.” Travis’in çizmelerindeki demir mahmuzlar ufak bir ses çıkarttı. Kadının kapalı gözleri hemen sese yöneldi. “İntikam hırsım ustamı tedirgin ediyordu. Son sır kesinlikle son sır değildi, emindim. Son sırrı ver bana, diye bağırdım ona. Kahkahalar atarak kolumu bir dal parçasını kırar gibi kırdı. Bu tip acılara dayanıklıydım. Bir kılıç alıp tekrar ve tekrar saldırdım ona. Ben saldırdıkça onun kahkahaları artıyordu. Karnını tutarak savuşturuyordu hamlelerimi. Şapkası bile hala başındaydı. İşte bu sefer onu alt etmeyi başardım, demiştim ki kılıç ustamın koltuk altındaki boşluğa girdi büyülü gibi. O an kaç saat geçti, belki de üç beş saniye geçmiştir, bilmiyorum. Göz göze kaldık. Ellerini arkasında bağlamıştı. Sert bir hamleyle arkasını döndü, kılıç hala yerindeydi. Ayaklarım yerden kesildi, belim kırılacaktı eğer bu hamleyi bu şekilde karşılamasaydım. Kendimi tamamen sırt üstü toprağa bırakacaktım ki, ince parmakları göz kapaklarımı yırttı. İşte acı buydu, intikamımı kimden alacaktım, bunu nasıl bilecektim? Yaşama sebebimi kaybetmiştim. Kör olmuştum. Gücüm parmaklarımdan toprağa akıyordu, zayıfladığımı hissediyordum. Korkuyu ve karanlığı hissettim. Boşluk, kuru kuru çağlayan bir nehrin içine atmıştı beni, ne büyük acıydı. Sanırım o sırada ustam avuçlarında göz bebeklerimi tutuyordu. Herkes gibi o da bırakıp gitti beni. Dalından koparıp yediği şeftalilerini zehirleyecektim, ama o gitti.” Kadın önüne eğdi başını. “Belki de adam bunu hissetti.” dedi Travis’e Tek göz. Kadın başını tekrar kaldırdı. “Gücümü topladım, bütün şeftali ağaçlarını kökünden kestim. Kılıç kullanmada o kadar ustaydım ki düşmanlarımın arasına sinsice sızmanın yollarını onları nasıl öldüreceğimden daha çok düşünür olmuştum. Artık kör bir dilenciydim, beni fark etmezlerdi bile. Bir kılıç yapacaktım. Uzun bir ninja kılıcı. Taş duvarlara tırmanırken ses çıkaracak, karda yürürken ardımda iz bırakacak bir kılıç. Düşmanlarım bu izleri fark edecek ama daha fazlasını bilemeyeceklerdi. Bir gece baykuş sesleri geceye göz kulak olurken bütün şehri ayağa kaldırarak, baykuşları bile korkutarak alacaktım intikamımı. Ve onu yaptım, o kılıcı. Gelinliğimin beyaz kumaşından bir kabza yaptım, çeyizimdeki perdelerin sırma saçaklarından birini kabzanın ucuna taktım. Bir mızrağı andırıyordu ama o bir kılıçtı. O bir gelindi, çeyizinden sadece sırma bir saçak kalmıştı. Bir camı şekillendirir gibi şekillendirmiştim onu, bir gelini süsler gibi süslemiştim onu. Muhteşem bir kılıçtı, yaptıklarımın en iyisiydi. Tanrı’nın çalkaladığı denizler onun önünde durulurdu, kar buz tutar, buzlar erirdi. Ejderhalar uçuşuyordu her iki yüzünde. Biri Doğu ejderhaları gibi iyi ve onurlu, biri Metropolis ejderhaları gibi kana susamış bir canavar.”
“Onlara ne yaptın?” diye sordu Travis, küçümseyen ifadesi gergindi.
Fısıldayarak devam etti kadın: “Bir Metropolis ejderhası gibi mavi, parlak boyalarla boyadım kanatlarımı. Duvarlara dokunarak duydum evlerinden gelen seslerini. Hepsini, aileleriyle birlikte öldürdüm. Kundaktaki bebeklerini, oyunlar oynayan çocuklarını, kocasına şarkılar söyleyen karılarını, karısına kitap okuyan kocalarını, hepsini. Parmaklarını, kollarını, ayaklarını, bacaklarını, kafalarını keserek… İntikamımı almıştım. Ama her hücremde hissedeceğimi umduğum tatmin duygusunu hala hissedemiyordum. Beni yakalamaya geldiler, kapıyı kırmaya çalışıyorlardı. Bomboş bir his, tıpkı kör olduğum günkü gibi. O anda ustamın ne demek istediğini anladım, geç kalmıştım. Ama anlamıştım. Sanki hemen arkamda karnını tutarak gülüyordu bana. Kahkahaları ve yaprak hışırtıları kaybolmaya başlarken kapı kırıldı ve kendime geldim. Kılıcımla bir tanesinin kılıcını orta yerinden kesmem korkup gerilemeleri için yeterli oldu. Kaçtım ve buraya çıktım. Artık bir Doğu ejderhasıydım. İyi kalpli, neşeli ve onurlu. İnsanlara yardım eden. Pek çok kılıç ustası ziyaretime geldi. Beni affetmişlerdi, şehir beni bekliyor, kanatlarımın sesini başlarının üstünde duymak istiyorlardı. Sadece kılıç yapmak istiyordum. Gönüllü çırağım olan ustalar kılıcımı taklit etmeye çalıştı. Hiçbiri başarılı olamadı.”
“Ustan kadar iyi bir usta olamadın demek.” dedi Tek göz.
“Ustam kadar iyi bir usta olamadım.” dedi kadın.
“Bize o kılıcı verir misin?” diye sordu Tek göz.
“Sen,” dedi, Travis’i işaret ediyordu. “Kablonu kesen kılıcı neden bulmaya çalışmıyorsun?”
“O bir bıçaktı, her şeyiyle elindekine benziyor ama o bir kılıç değil bir bıçaktı. Kabzası, ejderhaları, püskülü, her şeyiyle tıpkı o bıçak.” dedi Travis.
“Dostum,” dedi Tek göz fısıldayarak. “O kılıç bu bıçağa değil, bu bıçak o kılıca benzeyebilir ancak.” dedi.
“Ne fark ed…”
“Mutlaka çıraklarımdan birinin yaptığı taklitlerden biridir o.” dedi kadın. Sesi biraz daha belirginleşmişti. “Öyle bir kılıçla ne yapacaksın?”
“Bir kızı kurtaracağım, bir adam tarafından zorla çalıştırılıyor. Para karşılığı adamlarla birlikte olması için zorlanıyor.” dedi Travis.
Sessizlik oldu. Kadın cevap vermedi, başını öne eğmişti dinlerken. Bu sefer Tek göz konuştu: “Lütfen, o kılıca ihtiyacımız var.”
“Bunun bir intikam olmadığına emin misiniz?” diye sordu kadın.
“Bu bir intikam değil.” dedi Tek göz.
“Bu bir intikam mı?” diye sordu kadın Travis’e.
Bu sefer susan Travis’ti. Bu bir intikam mıydı? İntikam almak mıydı derdi? Küçük bir kız, ahlaksız bir iş. Bir kılıç darbesiyle hallolunacak bir mesele.
“Peki al.” dedi kadın. Tek gözün gözü büyüdü. Doğru muydu duydukları? Bu nadide kılıç, artık onun muydu? Cıvıldayan kuşların sesini duydu. Travis dalgındı, bu iyiydi. Kılıcı o işini hallettikten sonra rahatça elinden alabilirdi.
“Hadi alın.” dedi kadın, taştan evini işaret etti. “Kılıç orda, girer girmez görürsünüz zaten.”
“Ben alırım.” dedi Tek göz. Sakinmiş gibi yürümeye çalışıyordu ama koşmamak, kahkahalar atıp zıplamamak için kendini zor tutuyordu.
Travis düşüncelerinden sıyrılmıştı. Kadın yedi adım kadar uzağındaydı. İlk defa kadının kablosuz olduğunu fark etti. “Kabloların,” dedi “Onlardan nasıl kurtuldun?”
“Ustamın zorlu eğitimi sırasında öğrendim.”
“Ustan mı kesti?”
“Hayır,” dedi kadın. “Hayır, elbette onu da kendi ellerimle kestim.”
“Canın yanmadı mı?”
“Senin gibi iri bir adamın bunu düşünmesi hiç doğru değil genç adam.” Ufak bir gülümseme belirdi yüzünde. “Ama hayır, hiç canım yanmadı. Tek damla bile kan akmadı.”
Tek göz geldi. Kılıcı Japon keçisi derisinden bir kılıfa koymuştu. “Gidebiliriz Travis, dostum.” Travis kadına bakıyordu. Tek göz onu kolundan tutup merdivenlere yönlendirdi. Kadın ne düşünüyordu şimdi? Travis’in galibiyetini ya da mağlubiyetini görebiliyor muydu? Travis hala omzunun üstünden kadına bakıyordu. Kadında hiçbir değişiklik, herhangi bir cevap alınabilecek hiçbir değişiklik yoktu. “Merdivenler Travis.” dedi Tek göz. Travis nihayet önüne döndü, “Seni indirmemi ister misin?” diye sordu “Ama önce kılıca bir kere bakmama izin ver. Merak etme sonra kılıç sende kalabilir.”

6.
Japon fenerleri birer çekülü andırıyordu. İçinde mum yanan altın renkli çeküller. Hava serinlemişti. Tek göz ve Travis yer altı mahallelerinde olmayan bir olaya tanıklık ediyorlardı kılıca bakarken, serin rüzgârlar esiyordu. Esen rüzgâr kılıçta can çekişiyordu. Ani bir yağmur başladı. Tek göz kasketini düzeltti, Travis deri paltosunun yakalarını kaldırdı. Küçümseyen ifadesi yağmurun altında kısılan gözleriyle kavgacı bir hal aldı. Yağmur damlaları ejderhaları canlandıracak gibiydi, onların kıvrımlarıyla oynuyordu. “Seni barda, kızımın yanında beklemek istiyorum.” dedi Tek göz, “Beni oraya bırak, kılıca iyi bak. Keşke diğer gözümle de tanık olabilseydim onun varlığına.” Yağmur tozlu merdivenlerden sarı sarı akıyordu. Buz gibi elleriyle serinleten bir yağmurdan ziyade kurban edilmiş bir hayvanın pisliğini temizleyen cerahatli, herhangi bir su gibiydi.
Taksi kılıcı taşıdığının farkındaydı. Tekerlekleri sabırsızlanıyordu. Travis her zamanki gibi duygularını belli etmiyordu ama içindeki intikam alma isteğinin onu da yaşlı kadın gibi eriteceğini düşünmeden edemiyor, bu düşünceyle titriyor gibiydi. Evet o pek düşünmezdi ama yaşlı kadını gördüğünden beri içinde bir şeyler ağa takılan bir balığın denizden sökülüp çıkarılması gibi Travis’in deliliğinden sökülüp çıkarılmıştı. Artık bir şeyleri hesap etmesi gerekiyordu. Her ne kadar gereksiz olsa da şu an bu Travis için oldukça gerekli görülüyordu.
Sabahın ilk ışıkları ölmek üzere olan sevgilisinin ellerini bırakmak üzereydi. Ufuğu arkasında bırakıp taksisine ilerlediği geçen sabah o kızla karşılaşacağını bilse yine de taksisinin lambasını yakar mıydı? O kahraman askerlerin propaganda masasının birer fahişesi olduğunu bilseydi yine de gider miydi Vietnam’a? Bara geldiler. Travis taksisini susturdu. Tek göz hiçbir şey söylemeden bıraktı keçi derisi kılıftaki kılıcı Travis’in yanındaki koltuğa. Dikiz aynasında Travis’le göz göze geldi. “Ona çok iyi bakacağım, kızından sana bir bira ikram etmesini iste, geldiğimde ödeyeceğim.” dedi Travis, ifadesi hep bilindik ifadeydi. Tek göz bu iri adamın sadece omzuna dokunabildi, şu an kılıcı barın arkasındaki odasına götürmek için neler teklif etmezdi ki? Bir Arap gitarı çalınıyordu. Beyrut’lu bir kız ufukta görünen sevgilisine imkânsız aşklarından bahsediyordu. Travis taksisini çalıştırmak istedi fakat taksi bir türlü çalışmadı. Tekrar denedi, taksi dile gelecek gibiydi. Travis’i daha hiç yolda bırakmamıştı. Kılıcı taşıdığının hala farkındaydı fakat ısrarlı birkaç denemenin ardından ancak çalışabildi.

7.
Bir sabah, yağmurlu bir Vietnam sabahında, palmiyeler yine yağmuru seslendiriyordu. Travis rahatsız bir sedyede götürüldüğünü fark etti ama boynunu kıpırdatamadı. Önden giden Vietnam’lının ellerini görebiliyordu. Islak, canlı ve koyu renkli ellerdi. Bileklerini haki renkli gömleğinin kolları kapatıyordu. Yağmur damlaları bu koldan ilkel sedyeyi taşıyan parmaklarına damlıyordu. Palmiyeler sol tarafından geldiler ve gittiler. Giderek daha da sıklaşan bir ormanın içlerine doğru götürüyorlardı Travis’i. Ensesindeki ağrı olmasaydı ve vücudunu bağlanmamış olsaydı belki karşı koymak içim hamle yapabilirdi. Ama sesi de çıkmıyordu. Tekrar bayıldı.
“Uyandırın.” diyordu bir ses.
“Ensesi kanıyor…”
“Tam bir Metropolis’li, şu burna bak.”
Travis uyandı. Başında bir Metropolis askeriyle Vietnam’lı bir genç vardı.
“Konuşabilecek misin?” diye sordu asker bağırarak. Travis anlamayan gözlerle baktı.
“Bırakalım biraz daha dinlensin, yarasını temizleyelim.” dedi genç Vietnam’lı. Travis yarası temizlenmek üzere sol omzuna yatırılırken askerin ve gencin kablolarını fark etti. Sol tarafında bir mum yanıyordu. Duvarlar palmiye ağaçlarındandı. Sağ elinin serçe parmağını küçücük bir elin tuttuğunu hissetti. Konuşan ve nefes alan bir el. “Kirpiklerin, kıyıya vuran palmiye yaprakları gibi.” dedi el. Sesin nerden geldiğini göremiyordu ve bu Travis’i ürkütmüştü.
“İşiyor musun? Bekle. Sana bir kap getireceğim.”
İşediğinin farkında bile değildi. Ta ki çocuk getirdiği kabı altına koyduğunda işeme sesini duymaya başlayana kadar.
“Bir kap daha getireceğim bekle, işemekten zevk aldığını düşünmeye başlayacağım neredeyse.” dedi çocuk, “O sırada seninle Limpet ilgilenir.” Hemen yanında küçücük bir Japon makat maymunu belirdi. Travis’in burnuyla oynuyordu. Yanakları kırmızı ve yemek yemekte olan obur bir çocuğunkiler gibi dolu görünüyordu. Travis’in yanağına, oradan da alnına çıktı. Çocuk bir süre sonra yeni bir tasla tekrar geldi. Travis artık işemiyordu. Tekrar mı bayılmıştı, yoksa ölmüş müydü? Limpet saçlarıyla oynuyordu.
Yağmur Travis’i etkiliyor olamazdı artık ama ayaklarına sesi gök gürültülerini andıran denizin dalgaları vuruyordu. Biraz ilerde ayakta duran babası ona gülümseyerek bakıyordu. Kısa boylu fakat güçlü görünen bir gençti. Travis doğduktan beş yıl sonra ölmüştü. Şimdi küçük bir limon ağacının yanında Travis’e gülümsüyordu.
“Yağmurun sesini hatırlıyor musun Travis?” diye sordu. Travis şaşkınlıkla bakıyordu babasına. Babası diliyle damağında sesler çıkarmaya başladı gülerek. “Küçükken hep bunu yapardın Travis, sen çok güzel bir çocuksun.” Travis gülümsüyordu. Babası yaklaşmaya başladı, yavaşça omzuna dokundu oğlunun. Kendinden yaşça da küçük olan babası tıpkı bir çocuğu teselli ediyor gibiydi.
Limpet’in küçük parmakları burnunu sıkıyordu. Yağmur durmuştu. Toprak ve tütün kokusu geliyordu. Küçük el parmağını tuttu: “Uyandın mı?”
“Sen kimsin?”
“Seni dün getirdiler. Gece boyunca işedin durdun. Ensen de sürekli kanadı. Öleceksin sandık.”
“Sen kimsin?” diye tekrarladı Travis.
“Limpet gel buraya!” diye bağırdı çocuk sonradan öğrendiği çok belli olan azarlayıcı bir tonda. “Onu bulduğumda sürüsünün içinde kimsesizdi. Annesi yoktu. Ablası ve sürünün lideri ona sahip çıkıyordu. Bir gün çuvallarla patates götürdük hayvanlara, şeker patatesi. Maymunlar şeker patatesini çok severler. Limpet’i o zaman buldum. Yanında biraz darı vardı. Verdiğimiz patatesleri sürünün büyükleri ve onların yavruları aldılar. Hiçbiri uzakta darı yiyen Limpet’i doyurmayı düşünmüyordu. Biliyor musun, onun yanına gittiğimde oldukça üzgündü. Bize bal bulan adamın karısı öldüğünde oğlu annesinin yasını tutmuştu. Limpet tıpkı o çocuk gibiydi. Ona getirdiğim patatesi önüne bıraktığımda onunla bir süre uğraştı. Yiyemeyeceğini anladığımda küçük parçalar kopardım onun için. Hala çok üzgündü. Ben de onu köye getirdim.”
“Sence yaptığın iyi bir şey mi?” diye sordu Travis.
“Bıraksaydım iki haftaya kalmaz ölürdü.” dedi kız.
“Onu fazla rahatsız etmemelisin.” dedi bir ses, “Konuşabilecek misin?” diye sordu Travis’e. Gelen genç Vietnam’lıydı.
“Neden buradayım?” diye sordu Travis. “Sedyeyle getirdiğinizi hatırlıyorum sadece.”
“Bize yardım edeceksin Travis. Senin yardımına gerçekten ihtiyacımız var. Sen onu daha görmedin ama bizim yaşlı bir kabile liderimiz var. Adını boş ver zaten kimse ona adıyla hitap etmez. Annesi, kız kardeşi ve kızı bile. Zaten bütün erkek akrabalarını öldürüp sırasıyla annesi, kız kardeşi ve kızıyla evlendi. Şimdi de ona sen yardım edeceksin. Elbette bunu hizmet adı altında yapacaksın Travis.”
“Ona nasıl yardım edebilirim ki? Ölmek üzereyim.”
“Hayır Travis,” dedi genç Vietnam’lı. “Hayır Travis, sen çok güçlü bir Metropolis’lisin. Merak etme hepimiz seni iyileştirmek için elimizden geleni yapacağız hatta Limpet bile.” Limpet’i elini yere vurarak çağırdı. Küçük maymun geldi ve genç Vietnam’lının koluna tırmandı. Omzuna çıkıp uzun saçların altındaki kulakla oynamaya başladı. “Travis, onun kablosunu kesmeni istiyor. Bunu hepimiz istiyoruz. Bizler liderlerini seven insanlarız.”
“Bu hale nasıl geldim sanıyorsun?” Travis’in boğazından acı dolu sesler geliyordu. “Sizden bir kız kablomu kesti. Şu halime bak, liderinizin istediği şey bu mu?”
“Travis, biz onu sorgulamayız. O annesiyle evlendi, sonra da kız kardeşiyle evlendi, o da yetmedi kızıyla evlendi. O her şeyi bizim için, kabilemizin iyiliği için yapıyor. O özel bir insan. Bizler basit hazlar peşinde koşan zavallılarız ama o kesinlikle o tip zavallılıkların peşinden koşmaz. Hepimiz sonunu düşünmediğimiz hazların peşinde koşarken o annesiyle evlendi. Kabilemizi saf tutan, liderimizin ta kendisidir.”
Travis’in acısı gözle görülür şekilde artmıştı. İnliyor ve gözyaşı döküyordu. Sırtüstü yatıyordu, kasılan vücudu belini kıracak gibiydi. Limpet korkuyla çocuğa kaçtı, omzuna tırmanıp boynuna sarıldı.
“Liderimize yardım et Travis.” dedi genç Vietnam’lı. “O sana en güzel mükâfatları verecek, sana söz veriyor.”
“Yapamam!” diyebildi Travis sadece. “Nasıl yapılacağını bilmiyorum, yapamam.”
Haftalarca palmiye yapraklarının duvarlarını ve tavanını örttüğü kulübede ölümcül yaralarının verdiği ateşle inledi Travis. Kendine gelir gelmez, çocuğun getirdiği yemekleri yemeye başlar başlamaz kabile liderinin huzuruna getirildi. Adam yarı çıplaktı. Önünde kızı, sağında annesi, solunda kız kardeşi yatıyordu. Travis’ten lidere mümkün olduğunca bakmamasını söylemişlerdi, o da bunu yapmaya çalışıyordu. Travis bocalarken kabile lideri hayret verecek derecede güven verici bir sesle sordu: “Bana yardım edebilecek misin Metropolis’li?”
Bütün gözler, kabile liderinin eşlerinin, sopalı muhafızların, çocuğun ve Limpet’in gözleri Travis’teydi. Liderleri bu konuda neden bu kadar ısrarcıydı bilmiyorlardı ama merakla liderlerinin murada ereceği anı bekliyorlardı. Kabile lideri Travis’in sessizliği karşısında soğukkanlı ve ciddi duruşunu kaybediyordu. Birazdan bütün kabileyi dehşete düşürecek bir harekette bulunacaktı. Sabırsızlanıyordu, sabırsızlığı arttıkça Travis daha derin bir sessizliğe gömülüyordu. Gözlerindeki otoriter ifade şimdi yalvarmaya başlamıştı. Kabile lideri kabilesinin ve eşlerinin önünde ilk defa birine adıyla seslendi: “Travis? Bana yardım edecek misin?”
Kabile kafasını kaldırmamıştı ama şaşkınlık gözlere titreyen bir sabırsızlık vermişti. Kabile lideri kızını kolundan tuttu ve Travis’in önüne attı: “Kızım, Travis. Kızım senin olsun. Kabilem sana istediğin kadar hizmet edecektir. İstediğin kadar kalabilirsin yanımızda. Kızımla evlen, saçları parlak, elleri hünerli, kalçaları dolgundur. Memelerinin arası bir gül gibi kokar. Bacaklarının arasında bereketi saklar, sana düzinelerce çocuk verebilir.” Kızın palmiyelerin gölgesinde bile parlayan siyah saçları çıplak kalçalarına kadar iniyordu. Bacakları uzun, kalçaları gerçekten de dolgundu. “İstersen,” diye devam etti kabile lideri, “Kabilemdeki bütün kadınlar ve kız çocukları senindir, istersen onlardan biriyle de evlenebilirsin hatta birkaçıyla. Ama kızım kabilemde sana eş olabilecek en iyi kadındır. Bana yardım et Travis.”
Travis başını kaldırdı. Kabile lideri tüysüz yanık suratı, beyaz uzun saçları ve neredeyse Limpet’in büyüklüğünde küpeleriyle karşısındaydı. Gözleri yalvarıyordu. “Yapamam.” dedi Travis.
“Neden yapamazsın?” diye sordu kabile lideri.
“Bunun nasıl yapılacağını bile bilmiyorum. Kendi kablomdan kendim kurtulmadım, hatta kablomdan kurtulana kadar kablolar belli belirsiz bir hayal kadar yer tutuyordu hayatımda.”
“Travis, bana karşı dürüst ol.” dedi yumuşak bir ses tonuyla kabile lideri.
“Ölmek üzereyken beni siz kurtardınız. Size karşı kendimi borçlu hissediyorum. Fakat sana gerçekten yardımcı olamam.” dedi Travis.
Kabile lideri ikna olmuş gibiydi. Başını öne eğdi, arkasında, tahtının sağında ve solunda uzanan annesine ve kız kardeşine döndü. “Demek öyle.” dedi dalgın bir ses tonuyla. Yavaş yavaş tahtına yaklaşıyordu. Tahtın arkasındaki sık ormandan maymun ve kuş sesleri geliyordu. Tam tahtına oturacaktı ki durdu. “Travis,” dedi. “Kızım artık senindir. Onun bereketli bacak arasına düzinelerce tohum ek. Sana kızmadım Travis, sen artık benim dostumsun ve kabilemin de efendilerindensin. Kabilemde istediğin kadar kalabilirsin. İstediğin evde kalabilir, istediğin suda yıkanabilirsin.” Travis’e döndü: “Benimle kalacaksın değil mi?”
Travis oldukça güçsüz düşmüştü. Daveti kabul etti. Kabile liderinin kızı, çocuk ve Limpet ona arkadaşlık etti. Liderin yemek yediği kulübede yedi yemeğini. Maymun emziren kadınlar gördü. Denizin altında uzanan sapsarı kumlara kabile liderinin kızıyla bastı. Yeşil ormanlara ilk defa korkmadan girdi. Orman bugüne kadar gördüğü pek çok yerden daha dar yollara ve ıslak, karanlık geçitlere sahip olsa da boşluk hissinden uzak tutuyordu. Dallara tutunarak, ağaçların yosunlu gövdelerine dokunarak dolaşıyordu ormanı. Ölüm aklına gelmiyordu. Geldiğindeyse önemsiz bir ayrıntı gibi çabucak değersizleşiyordu. Doğa sürekli sesleniyordu, hareket ediyordu, üşütüyor ve yakıyor hatta bazen ısırıyordu ama asla yaşamıyordu. Nefes alışverişlerini duymak mümkündü ama doğa yaşamıyor ya da ölmüyordu. O, zaten hep varmış, ordaymış gibi sarıp sarmalıyordu. Sonsuzluğu her an hissettiriyor ve Travis’e sonsuzluğu öğretiyordu. Travis bu sonsuzluğun bir parçası olmaktan dolayı mutluydu. Uzayıp giden ufka, dev ağaçların dokunduğu gökyüzüne bakıyordu. Her seferinde doğanın varlığının ölümden bihaber uzayıp gidişine daha güçlü bir neşeyle tanık oluyordu. Köye dönmesi gerektiği hep gece yarısı aklına gelirdi, yolu bulamayacağını bildiğinden olduğu yerde kalır, biraz sonra Limpet ve kabileden birkaç kişi yetişip onu bulurdu. Orman iyice karanlık olduğunda Travis ormanda yine fazla vakit geçirdiğini anladı. Olduğu yerde kaldı. Birkaç yavru maymun sesi duydu ama Limpet henüz görünürlerde yoktu. Bekledi. Ay ışığı koyu dalların ve yaprakların arasından toprağa vuruyordu. Sabahları kulübesine giren ışık hüzmelerini hatırladı, küçük kelebeklerin ışıkta parlayan kanatlarının oynayışlarını izlemeyi severdi. Ağaçtan düşen yapraklar beton iskelelere vurmuş küçük balıklar gibi çırpınarak ay ışığında yıkanıyor ve toprağa düşüp karanlıkta kayboluyordu. Bazı gece hayvanları kırmızı gözleriyle, ay ışığının kendisine dokunmasına izin vermeden geçip gidiyordu. Hala gelen ya da giden yoktu. Travis bir ağacın güçlü kollarında sabahladı.
Sabah bir zamanlar köyün kurulu olduğu, annesi, kız kardeşi ve kızıyla evlenen cömert bir lideri olan küçük cömert bir kabileye ev sahipliği eden neredeyse boş olan kumsalı buldu. Birkaç kulübe kalıntısı ve tahıl artığı kalmıştı sadece. Kabile gitmişti. Belki de Travis’i beklemişlerdi. Toplanma işlerinden vakit bulup Travis’i bulmaları için birilerini gönderememişlerdi belki de. Travis uzun zaman sonra yine yalnızdı. Köyde bir süre daha kaldı. Balık tuttu. Kalan tahıllarla beslendi. Işıkta oynayan küçük kelebekleri seyretti. Fakat tek başına daha fazla idare edemeyeceğini anladı. Kara dumanı uzaklardan görülecek bir ateş yaktı. Üç gün sonra bir grup Metropolis askeri geldi ve Travis’i ait olduğu yere götürdü. 

8.
Mavi boyalı beton binaların arasında ilerledi Travis taksisiyle. Patron karargâhının kapısındaydı. Kırmızı kumaştan bir pantolon giymişti sadece. Kapıya yaslanarak içtiği sigarasını bitirmek üzereydi. Travis taksisinden indi. Çizmeleri asfalta bastı. Sıcak hava çizmeyi ve asfaltı birbirine kenetliyordu. Yürümeye başladı. Kılıcı kınından çıkarmış, asfalta pek de paralel olamayan bir şekilde, sağ elinde ağzı yere yakın tutuyordu. Kabza sabırsızlanmış gibi terliyordu. Adımlarını hızlandırdı, patron onu hala fark etmemişti. Belki bir kablosu olsa çoktan fark ederdi. Koşmaya başladı Travis, sağ omzunun hizasına kaldırdığı kabzasını şimdi iki eliyle kavramıştı. Patron bir kolunu havaya kaldırmış gibi koşan adamı tanıdı. O da kolunu kaldırdı: “Dostum! Ödeşme vakti mi?” diye sordu neşeyle. Travis cevap vermeden koşuyordu. Biraz daha yaklaşınca havadakinin dostça selam veren bir kol değil bir ninja kılıcı olduğunu fark etti. “Dostum?” diye bağırdı patron, yaklaşan çizme sesleri yapışıp kalmamak için sıcak asfaltı dövüyordu. Patron kemerinin arkasından altın renkli bir smith wesson çıkardı, Travis’in bacaklarına doğru ateşledi. Ninja kılıcıyla tek bir hamlede savuşturdu kurşunu Travis. İnce fakat güçlü bir metal sesi duyuldu. Patron bir daha ateşledi smith wessonunu, bu sefer Travis’in başına nişan almıştı. Travis ninja kılıcıyla bunu da savuşturdu. Aynı metalik ses yine duyuldu. Patron bağırarak içeri kaçtı.
Travis kapıda bir an durdu. Fahişeler odalarına kaçmış olmalıydılar. Merdivenlere koştu. Tam o sırada bıyıklı bir patron belirdi merdivenlerin başında. Silah seslerini duyar duymaz çektiği colt walkeri beklemeden Travis’in başına doğru ateşledi. Mesafe oldukça yakındı. Travis’in savuşturamadığı kurşun kulağını sıyırdı. Travis hiç acı hissetmedi ama elini kulağına götürdü. Patron: “Sen bizden değilsin!” diye bağırdı. Elindeki kanı gören Travis ninja kılıcıyla önce adamın colt walker tutan elini kesti. Sonra gırtlağına doğru hafifçe salladığı kılıç adamı öldürmeye yetti. Dar ve sevimlilerin katındaydı. Kızı çağırmak istedi ama daha kızın adını bile bilmiyordu. Kapıları tek tek kırıp bulacaktı kızı. Arkasındaki siyah patronu fark etmemişti. Tam sırtından vuruldu bir norica revolverle. Travis neredeyse dizleri üstüne düşecekti. Siyah patrona döndü ve başının üzerinde kaldırdığı kılıcı patronun tam göğsüne saplamak üzereydi ki siyah patron bir el daha ateş etti. Bu Travis’i tam kalbinin altından vurmuştu. Travis ninja kılıcını bütün kuvvetiyle siyah patronun kalbine sapladı. Kıpkırmızı bir kan fışkırıyordu. Siyah renkten kırmızı rengi çıkarırsak nasıl bir renk ortaya çıkar, diye düşündü Travis. Siyahın bir renk olduğuna emindi. Bütün o güzel şarkılar siyahın hep bir renk olduğunu söyleyerek dolanıyordu ağızlarda. Daha fazla ayakta duramadı, dizleri üzerine çöktü. Ucunu tahta zemine sapladığı ninja kılıcı Travis’in belden yukarısını bir baston gibi dik tutuyordu. Kapıları tek tek kıramayacaktı ve büyük ihtimalle patron da çoktan kaçmıştı. Tam o sırada patron sol tarafından yaklaştı, altın renkli smith wessonunu Travis’in elmacık kemiğine dayadı. “Dostum.” dedi, “Dostum, eğer bir tane dar ve sevimli istiyorsan bunu kibar bir şekilde benden istemelisin.” Birkaç patron daha gelmişti. “Gönder onları.” dedi Travis. Patron onur konusunda ilginç bir hassasiyete sahipti. Hepsini gönderdi.
“Kızın adı ne?” diye sordu Travis.
“Hangi kızın?”
“Dün getirdiğim kızın.”
“Bunu neden öğrenmek istiyorsun?” diye sordu patron alaycı bir ses tonuyla. İşini çabucak bitirmeliydi. Bu onurlu adam ölmeyi fazlasıyla hak ediyordu. Horozu kaldırdı. Travis elbette dizleri üzerinde öylece kalmayacaktı. Ninja kılıcının inlemesi Travis’in patırdayan kalp sesi kadar duyuluyordu en az. Baston gibi tuttuğu, kabzasını çenesinin altına dayadığı kılıcını smith wesson tam ateş almak üzereyken patronun sol ayak bileğine dayadı. Travis bunu aniden yapmıştı, patron ne yapacağını bilememiş ve hedefi kaybetmişti. Travis tek hareketle kendine çekti ayak bileğinin dışına dayalı kılıcını. Ayak olduğu gibi beyaz ruganın içinde kaldı. Patron sırt üstü düşmüş ve ateşlediği smith wesson tavanı delmişti. Fahişeler yukarı kattaydılar, silah sesiyle bir süre bağırdılar. Travis ninja kılıcından destek alarak ayağa kalktı. Patronun boğazına dayadı tek eliyle tuttuğu kılıcını. Patron bağırıyordu ama boğazındaki kılıçtan dolayı pek hareket edemiyordu. Patronun az önce gönderdiği patronlar tekrar geldiler. Gelir gelmez değişik markalardaki afili tabancalarını çekip Travis’e doğrulttular. Travis yaptığı işten vazgeçmeye hiç niyetli değildi, patronlar bağırdıkça kulaklarını daha çok kapatıyordu. O sırada patronlardan başka patronlar da geldiler. Gittikçe de kalabalıklaşacak gibiydiler. Kılıcın ucundaki patron acıdan ağlamaya başlamıştı. Kablosu da cansız bir şekilde uzanıyordu geldiği sağ tarafta. Tamamen ölüm sessizliği çöktü. Tahtalar bile gıcırdamıyordu. Kılıcını kaldırdı, patronlardan birkaçı ateş etti. Travis cansız yatan kabloya beyaz kabzalı kılıcını indirdi. Tahta zemin paramparça oldu. Patronlardan birkaçı ateş etmeye devam ediyordu. Travis delik deşik halde tahta zemine yığıldı tekrar. Pek çok defa adam öldürmüş olan patronlar Travis’in etkisiz hale getirildiğine kanaat getirdiler ve yerde yatan patronu kaldırdılar. Fakat ninja kılıcının kabloyu kesmediğini gördüler. Zaten Travis’in o anda patronun kafatasını ortadan ikiye ayırabilecekken neden kılıcı kabloya indirdiğini anlamamışlardı. Patron baygındı, kalbi atıyor ve nefes alıyordu. Patronu oturttular. Birkaç tokat attılar. Tam o sırada tıpkı mermi namluya verildiğinde çıkan sese benzeyen bir ses duyuldu ve bir düzenek hazır konuma geldi. Travis kolundaki, bileğinden dirseğine kadar uzanan, kendi eliyle yaptığı düzeneği hazır konuma getirmiş, avucundaki uzun namlulu revolverini tehlikenin geçmiş olduğunu düşünüp silahlarını kemerlerine sıkıştıran patronların arasındaki baygın patronun tekrar canlanan kablosuna doğrultmuştu. Henüz bu kadar iyi bir keskin nişancı görülmemişti belki ama mesafe oldukça kısaydı. Horozu kaldırdı ve uzun namlulu siyah revolverini ateşledi.
İlk defa bir merminin ateşlendiği hedefe doğru giderken havada dönüşünü gördü Travis. Kılıç neden işe yaramamıştı? İhtiyar kadının öğrencisi olan ustaların neden ihtiyar kadar iyi birer usta olamadıklarını anladı, ihtiyar kadının da neden hocası kadar iyi bir usta olamadığını ve hasır şapkalı ustanın ne kadar büyük bir usta olduğunu da. Az önce ateşlediği uzun namlulu revolverinden çıkan mermi patronun kablosunu son ipliği de kopan bir halat gibi tam da nişan aldığı yerden kopardı. Bunun için “kesmek” kelimesini kullanmak daha uygun düşerdi. Kablo dans eden bir yılan gibi süzüldü ve yere attı kendini. Travis’in ağzından akan kanlar göğsünü kıpkırmızı boyamıştı. Gözleri kontrolden çıkmış gibi tavana dikildi ve Travis sırt üstü düşerken tavana bakmaya devam ettiler. Uzun namlulu revolverden çıkan kurşunla etrafa dağılan patronlar Travis’i bir kere daha delik deşik etme gereği duymadılar.
Yanaklarında nemli bir sıcaklık hissetti ve bira kokusu geldi burnuna. Gözlerini açtı, bir süre bulanık gördü ama nihayet net görebiliyordu şimdi. Hala biraz karanlık olduğunu hissetti. Tek gözün kızı Travis’in üstüne eğilmiş yastığını düzeltiyordu. Travis’in burnu koca memelerin arasına giriyordu neredeyse. Kafasını zar zor oynatabildi, kız Travis’in uyandığını anladı ve hemen doğruldu.
“Yastığını düzeltiyordum. Hemen babamı çağırayım çok sevinecek.” dedi kız ve koşar adım aşağıya indi. Aşağıdan İrlanda müziği ve kadeh sesleri geliyordu.
Çok yorgundu. Ama içten içe bir gücün sıcaklığını hissediyor ve bu sıcaklık Travis’e neşe veriyordu.

24 Ekim 2011 Pazartesi

KANTONUN KISA TARİHİ, HAZİN SONU VE NURHAN DAMCIOĞLU

Cemallettin her gece olduğu gibi yine Kadıköy’de dolaşmaktaydı. Kepenklerden birinde bir göz görünce durdu. Cebinden bir tebeşir çıkardı ve gözün yanına bir göz, iki gözü ortalayıp ikisinin altına bir burun, üstlerine birer kaş çizdi. Bunları yuvarlak bir çeneden başlayarak geniş bir alınla çerçeveye aldı. Alnın üstüne kıvırcık saçlar karaladı, bir buklesini hafifçe kaşlardan birine düşürdü. “Bira” diye düşündü. Sapsarı, köpüklü, bir dilim sıvı ekmek. Gördüğü ilk tekel bayisinden bir kutu bira aldı. “Vapurlar, son vapur gelir birazdan. Belki.” Birasını paltosunun cebine attı. İçerden bir ses geldi, canı yanmıştı içerdekinin. Üstelik bu soğuk havada zar zor ısıttığı yırtık cep buz gibi biradan buz kesecektir tekrar. Cemallettin korkuyla ayırdı cebinin ağzını, baktı bir ufacık kadın vardı içerde. “Oğlum Turguuuut!!!” diye bağırdı yanından geçen bir adam. Hemen kapattı ayırdığı cebin ağzını. Adam biraz daha uzaklaşınca tekrar ayırdı, baktı, ufacık bir kadın. Kıvırcık saçlı, küçük çeneli, geniş alınlı. “Cemalettin” dedi, “Cemalettin abi” dedi hatta. “Ne abisi kız?” diye sordu Cemalettin de, “Az önce seni çizdim kepenklerden birine. Birisi sağ gözünü çizmiş, soluna bir göz de ben çizdim. Çeneni tıpkı seninki gibi yuvarlayıverdim avucumdan kaydırıp. Saçlarını kıvır kıvır karaladım. Düz saç çizmeyi hiç sevmem ben kız, bilirsin.” “Bilirim Cemalettin abi.” “Sonra kız, içmeden sarhoş ettin, vapur gelecekti birazdan iskeleye, bilirsin ben vapurları pek severim.” “Bilirim Cemalettin abi.” “Sonra kız, biramı içe içe yürürüm iskeleye dedim. Sahi kız, nerden çıktın sen?” “Sabah beni masadan alıp cebine sen koydun ya abi.” “Sahi, sahi kız. Unuttum gitti. Fakat onun öncesi, sahi kız, nerde buldum ben seni.” “Yağmur yağıyordu abi, sigara istediydim senden, çıkarıp bir malbuş kondurmuştun ağzıma. Hatırlarladın mı abi?” “Hatırladım kız abisi sikilesice, hatırladım. Abisiz kal emi, kaç yaşındasın sen kız, ha?” “Daha küçüğüm ben, az önce kepenklerden birindeki bir gözün etrafına çizdin beni, hesap et işte. Bir bira aldın, vapura koşmaya yeltendin ardından.” “Sahi kız, küçüksün sen daha. Olsun ben seni binlerce yıl yaşayasın diye çizdim. Yaşa diye çizdim abisi sikilesice, yaşa daha miniciksin sen.” “Vapur, abi?” “Geldi mi vapur? Ne dersin kız? Binelim mi vapura? Dışarda otururuz bu ayazda, ha kız? Oturalım mı? Bira da ısıtmaz ki adamı.” “Oturalım abi.” “Gel bakalım yaka cebime, abisi sikilesice seni, o cep delik be kızım, üşümedin mi?” “Çok üşüdüm ama sonradan ısındı abi.” “Hay abini siksinler. Tamam mı, girdin mi içeri?” “Girdim abi, bu cep daha sıcak.” “Kalbimin üstü orası, ateş gibidir namussuz.” “Ateş gibi namussuz.” “Seni çizerken de yerinden çıkacak sandım kız.” “Çok mu heyecanlandın abi?” “Heyecanlanmam mı kız, heyecanlanmam mı?” “Neden abi?” “Nedeni mi var, seviyorum kız seni.” “Ama abi?” “Ne aması kız, bir sigaraya öptürdün diye kimse sevemez mi seni? Sahi Hakkı ne yapıyordur acaba şimdi? Rakısı da vardır hem. Hakkı’ya götüreyim mi kız seni?” “Hani vapura bindirecektin beni abi?” “Hay abini siksinler senin kız, bineriz vapura, daha çok binersin sen vapura.” “Hakkı misafir ister mi ki abi? Saat geç.” “İster kız ister, abisi sikilesice, ister ama cebimde uslu uslu durursan. Merak etme sigara da bulurum sana, rakımı da pay ederim bardağına.” Yanlarından bir adam geçti “Ediiiiip!!!” diye bağırarak.
Hakkı öyle erkenden uyuyan ihtiyarlardan değildi. Kapısını çalanın Cemalettin olduğunu görünce hemen açtı kapısını. “Rakın var mı Hakkı?” “Var abi, olmaz mı?” “Hay abini siksinler, bak bak ne var cebimde.” “Ne var abi?” “Bak bak.” Hakkı uzanıp baktı Cemalettin’in yaka cebine. “Nerden buldun bunu abi? Pek de güzel.” “Bir sigarasına öptürdü, öptürmedin mi kız?” “Öptürdüm abi.” “Hay abini ayyaşlar siksin, rakı nerde Hakkı?” “Getireyim abi, yanına bir şeyler?” “Sağol hakkı, mezemi cebimde getirdim. İnsene kız masaya.” “Al avcuna indir beni abi, çok yüksek.” “Tamam kız tamam, Hakkı’nın yanında abi deme bari be kız.” “Tamam abi. Abi, hani sigara bulacaktın bana be abi.” “Hakkııı!!! Hakkı oğlum sigaraya devam mı?” “Devam abi.” “Doktor yasak etmedi mi be hakkı?” “Etti ama ne yaparsın be abi.” “Tamam Hakkı tamam, paltonun cebinde mi hakkı?” “Paltomun cebinde abi.” “Küllük de getir bize Hakkı, ben de yakarım belki. Al kız, yavaş iç ama.” “Sağol abi, yavaş içerim hiç gelmez dumanı sana.” “Hakkııı!!!” “Geldim abi, güzel de ister mi?” “İster tabi Hakkı, rakıyla sigara var diye kandırdım onu ben. Tavan iyice akıyor be hakkı.” “Ziftletemedim kevgiri be abi.” “Dur hakkı satayım şu tabloları, üstüne tuğladan çatı yaptırmayan ne olsun. Kız, bitti mi sigaran?” “Bitti abi.” “Dur yakma hemen, yoğurt ye üstüne zehrini alsın. Öksürme sabaha kadar.”
Rüzgar tavanın deliklerinden içeri sızıyordu. Yağmur durmuştu. Dışardan sesler geliyordu. Bir adam “Yiğidim Faaazıııl!” diyerek geçti gitti. “Babam ince uzun bardak olmadı mı içmezdi o gece be Hakkı.” “Nerden bulayım be abi, çayımı da rakımı da suyumu da aynı bardaktan içiyorum.” “Tamam Hakkı tamam. Kız, getir bakalım bardağını. Hadi bak senin şerefine kız. Bir dikişte iç. Haydi Hakkı.” “Şerefine güzel.” “Bir sigara daha yakayım mı be abi.” “Hakkı sigara ver şu kıza” “Nerden aklına geldik be abi?” “Rakın vardır dedim Hakkı, fena mı ettim?” “İyi ettin abi.” “Müzik yok mu Hakkı?” “Radyoyu sattım abi.” “Şu tabloları bir satayım, şuracığa bir televizyon almayan ne olsun.” “Alıcı çıktı mı abi?” “Çıkmadı hakkı.” “Abi, rakım bitti be abi.” “Aferin kız, sigara içme ama artık. Doldur Hakkı. Evin de buz gibi be Hakkı.” “Odun alamadım be abi.” “Tabloları bir satayım…” “Abi, çıkayım mı cebine?” “Üşüdün mü kız, gel çık bakalım.” “Çok yüksek be abi, avucuna al çıkar beni.” “Rakı içmeyecek misin kız daha, cebime çıkacaksın hemen?” “Ben küçüğüm abi.” “Sahi kız, boyun kadar bardakla verdik, iyi tamam.” “O adama ne oldu be abi?” “Hangi adama Hakkı?” “Hani şu sana bir sürü bir sürü sipariş veren, padişah portresi kopyalatan adam.” “Tekrar buldu beni Hakkı, o günden beri ses seda yok.” “Başladın mı peki abi siparişlere?” “Boya mı var be Hakkı? Boya olsa bez mi var be Hakkı? Hem bu geceyi çıkartamam be Hakkı.” “Neden abi?” “Ölür giderim şuracıkta, sabahı göremem Hakkı.” “İyisin be abi, hızlı da götürdün rakıları, hasta mısın abi?” “Öküz gibiyim Hakkı evelallah, öküz. Sabahı göremezsem Cemalettin abim demişti dersin.” “Demeyiz inşallah abi.” “Kız!!! Uyudun mu kız?” “Uyumuş mu abi?” “Sıcağı buldu uyudu tabi. Paltomu getirsene be hakkı, evin soğuk.” “Odun alamadım be abi.” “Tabloları bir satayım, şuracığa on çeki odun yığmayan ne olsun.” “O adama ne oldu be abi?” “Hangi adama Hakkı?” “Hani şu padişah çizdiren adama.” “O gün beni tekrar buldu ama sonra ses seda çıkmadı.” “Başlamış mıydın abi?” “Boya yok ki be Hakkı, boyayı geçtim bez yok. Bu geceyi çıkartırsak ne ala be Hakkı.” “Çıkartırsın be abi, ne varmış.” “Ölür giderim Hakkı, sabaha kalmam ben.” “Hasta mısın abi?” “Kırk katıra bağlasalar oynatamazlar beni yerimden evelallah.” “Helal abime…” “Ama sabah çıkamazsam Cemalettin abim demişti dersin.” “Demeyiz inşallah abi.” “Kız!!! Uyudun mu kız?”
“Kız!!! Uyudun mu kız?” Rıhtımda buz gibi bir rüzgar esiyordu. Rakı hala içini yakıyordu, paltosunun önünü ve gömleğinin yakasını açmıştı. Sultanahmet’e elini uzatsa dokunacak gibiydi. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. “Kııız!!!” dedi. Sesi bu sefer gür değildi. “İlla buz gibi elimi sokup mu çıkarayım kız?” İlerde iki kadın ayakkabılar üzerine konuşuyorlardı “Beykoz mu şekerim?” “Beykoz şekerim, Beykoz. Kırmızısını bulmak zor.” Kız cepten atlamış, kadınların ayakları arasında durmuş Cemalettin’e bakıyordu. “Beni o çizdi.” diye düşündü. “Çok içiyor, şu üstünün başının pisine bak, ağzı da bozuk. Beni o çizdi ama.” “Kırmızısını nerden buldun şekerim?” “Ay şekerim bilirsin sevenim çoktur.” Rüzgar bayrak direklerini birer metronom çubuğu gibi sallıyordu. “Boyu boyuma uymaz, sesi desen ne bed sestir o öyle. Yarın birgün ölürse ben ne yaparım.” Bir şarapçı geldi, “Ablalarım, bir şarap parası be.” Kadınların gözleri koca koca açıldı, cevap vermeden koşar adım uzaklaştılar. “Aman be.” dedi şarapçı, Cemalettin’e doğru yürümeye devam etti. Kadınlar gidince kız ortada kalakaldı, rüzgar onu uçurup denize atmasın diye hemen koşup bir büfeye, yağlı tezgahın altına sığındı.
“Abi be…” dedi şarapçı, Cemalettin’in omzuna dokundu “Abi be bir şarap parası be abi, çok soğuk be abi.” Cemalettin’in gözleri hala kapalıydı. “ Güzel abim?” Rüzgarı hissediyordu, buz gibi bir rüzgar vardı. “Bir on kağıt be abi, şarap...” Elleri ceplerindeydi, cebinin deliğine parmağı giriyordu. “Ben de bilirdim be abi senin gibi garsona en kral şarabı sipariş etmeyi. Olmadı ama, çok istedim inan. Böyle olduğuma bakma çok zengindim ben. Önce karım terk etti beni, neymiş efendim oğlancıymışım. Peeeh!” Cemalettin’in son duydukları bunlar oldu. Bir de sabahın ilk ışıklarıyla bağırmaya başlayan martılar. Son hissettiğiyse vücuduna çarpıp onu yere seren buz gibi rüzgardı. Şapkası başından düştü. Şarapçı üstünü aradı. Küfrederek uzaklaştı. Sabaha karşı olmasa, insanlar evlerinden çıkmış olmasa şarapçı ona yapacağını bilirdi.