27 Kasım 2011 Pazar

            Kafa çekip sabahtan akşama kadar belgesel izlediğim bir dönemde yazdığım, kelime seçimimdeki özensizliği ve cümle kurmaktaki aceleciliğimi gördükçe kahrolduğum bu "eski" öyküyü hiçbir düzeltme vs. yapmadan siz sevgili Kuş Kıçı okurlarına sunmaktan şeref duyarım...

            DELEUZE, PALYAÇO BALIKLARI VE HOBBİTLER       

                                                                                                                      Haruki’ye…

            Fırtınalardan korunmak için buzun altına dalan vedel fokları gibi her gün işten çıkar çıkmaz evime geliyorum. Ama vedel foku bir memelidir ve hava alması lazım. Ben de bir memeliyim ve hava almam için paraya ihtiyacım var. Pazar günleri hariç her gün 08.10’da evden çıkarım. Gece 03.31’de martılar ve kargalar çığlık atmaya başlarlar.
Şehirler de hayata düşmandır tıp Antarktika gibi. İkisinde de yaşamak aynı ölçüde zordur. Antarktika’da yaşayan tek memeli olan vedel fokları gibi şehirlerde yaşayan tek iki ayaklı da insanlardır. Antarktika’daki vedel foklarından farklı olarak insanlarınki tam bir Frankenstein hikâyesidir. Tıpkı vedel fokları gibi bir Frankenstein hikâyesi olan Antarktikalarımızda deri altları yağ bağlamış sürüngenlere benziyoruz. Fakat ne zaman vedel foku buzların altına dalar, işte o zaman vedel foklarının ne kadar güzel yüzdüklerini görürüz.  Bu bana Deleuze’ün aşk hakkındaki şu sözlerini hatırlatır: “Hissederiz ki karada yürüyemeyen o yengeç, kıyıda çırpınan bir balık kendi dünyasında, suda müthiş bir zarafetle yüzmekteydi. Her aşkın başlangıcı böyle bir ‘başka dünyanın zarafeti’ algısıdır.” Deleuze gibi kendini aşırı beğenmiş bir herifin ufacık bir palyaço balığından böylesine hayranlıkla bahsettiğini ilk gördüğüm anı hala hatırlıyorum.
İşten çıktım. Çantam yanımdaydı, ilaç dolu, bir nevi ilk yardım çantası. Aslında işim bu değil, ben bir eczacı kalfasıyım. Bu tip çantalar doktorlara göredir. İlk yardımdan da çok anlamam ama patronum bunun lazım olabileceğini, bir gece ansızın rahatsızlanan bir komşuyu müşteri olarak kazanabileceğimizi söyledi. Dediğim gibi doktor değilim. Doktorların sahip olduğu o dünyayı kurtarma azmine de hiçbir zaman sahip olmadım. (Bu azim için bkz. Meryem oğlu İsa, Che Guevara, Jack Shephard.) Ama bu çantada bir doktora lazım olabilecek her şey var, hatta bir eczacı kalfasına doktor görünümü ve donanımı verecek her şey.
Yukarı komşunun avukat emeklisi babası yine öksürüyor. Çantadan kurtuldum. Şeytan oğluna: “Oğlum! Hukuk sahne arkasına geçmenin en kestirme yoludur.” demişti Al Pacino kılığında. Üzerimdekileri tam olarak değiştirmeden yarı çıplak attım kendimi yatağıma. Tavanda onu gördüm. Bir şekilde kuyruğunu, sağ yüzgecini ve vücudunun ¾’ünü duvara yapıştırmış, boşta kalan yüzgeci ve boynundan yukarısıyla da tavandan sarkmış bana bakıyordu. Bu bir vedel fokuydu. Belgesellerde görünenlerden daha iri ve vahşiydi. O sevimli hayvan neredeyse bir aslan kadar tehlikeli görünüyordu.
“Biliyorum ummadığın kadar vahşi görünüyorum. Bazen ben bile kafamızı sopayla ezen kuzeylilere hak veriyorum. Benimle kalabalık bir kentte değil de uçsuz bucaksız buzullarda karşılaştığını bir düşünsene.” dedi.
“Kafanızı para kazanmak için ezdiklerini biliyorsun değil mi?”
“Evet… Evet biliyorum. Yapmak istediğim şey aynı familyaya dâhil olduğun canlıları babacan bir tavırla anıp bir nebze olsun korkunu azaltmaktı.” dedi sağ yüzgeci ve vücudunun geri kalanıyla duvara dönerken. Gözlerine de üzüntülü bir ifade gelmişti, hafifçe kısılmışlardı. Sanırım birazdan kaybolacaktı.
“Beni düşünmeni takdir ediyorum, lütfen küsme.” Duvardaki vedel fokunun gönlünü alıyordum. “Ama ben familyalarına dâhil olduğum canlılarla bir benzerliğimin olduğunu düşünmüyorum. Hatta onları sevmediğimi bile söyleyebilirim.”
“Onları sevmelisin.” dedi ve tekrar bana döndü. Bu sefer gözlerine kızgın bir ifade gelmişti, kaşlarını çatmıştı, bu açıkça görülebiliyordu. “Onları sevmelisin yoksa benim burada olmamın hiçbir anlamı kalmaz.”
Buna şaşırmıştım gerçekten. Gerçekten burada olmasının bir anlamı olduğunu söylüyordu. Esnedi. “Buradayım çünkü seni uyarmam gerek.”
“Beni neye karşı uyaracaksın?”
“Biliyorum bir kâhini andırmıyorum ya da bir peygamberi ama çok büyük bir felaketten bahsediyorum.” dedi. Gözlerini gerçekten büyük bir felaketin alameti olabilecek büyüklükte açmıştı. “Ben sadece bir vedel fokuyum. Ama bir kurbağa ya da bir yılan değilim neyse ki. Neyse ki sadece yılanlarla suyun dışındayken azıcık benzeşiyoruz. Ama bir kurbağaya benzemek bana gerçekten katlanılamaz geliyor.”
“Bir saniye bunun konumuzla bir alakası yok, büyük bir felaketten bahsediyordun. Şimdi ise saçmalıyorsun. Büyük bir felaket derken, ciddi miydin? Bu bilgiyi nerden aldın?” Sesimi son iki cümlede asla yükseltmedim. Öylesi, tavandaki vedel fokuna inandığım şeklinde yorumlanabilirdi.
“Elbette ciddiyim. Bak ben Antarktika’da yaşıyorum. Siz insanlar sadece kafamızı ezmek için o kadar yolu kat edersiniz. Düşün bir kere kafamı ezen insanları uyarmak için o kadar yolu kat ettim ben. Bunun ötesinde bu bilgiyi nerden aldığımın hiçbir önemi yok bence.” Ama o tüm bunları sesini yükselterek söylemişti.
“Deprem mi?” dedim.
            “Saçmalama, deprem sizin için hiçbir zaman bir felaket olmadı. İnan bana o sizin en büyük ilacınız. Şu halinize bir baksana…”
            Acınacak haldeydik. En azından ben öyleydim. Bir vedel foku başka bir vedel fokuna aşırı derecede benzer. Eğer biz insanlar da birbirimize iki vedel foku kadar benziyorsak, hepimiz acınacak haldeyiz demektir.
            “Büyük bir felaket…” dedi, “Düşündükçe aklımı yitirecek gibi oluyorum. Ama önleyebiliriz, merak etme her şeyin bir formülü vardır. Mesela hayat denilen şey çamur+ enerji, enerji denilen şey en basit enerjiyi ele alırsak ateş+ alkoldür. Peki bir hayalet? Hayalet= hayat+ kül. Her şeyin formülü vardır. Kül= ateş+ toz. Bunu sabaha kadar yapabilirim. Toz ise en kolayı toprak+ hava. Şimdi çok uzun bir tane yapacağız, takip etmeye çalış. Hayalet= çamur+ (ateş+ alkol)+ ateş+ (toprak…”
            Dışarıdaydık. Kimyadan bir süre sonra sıkılıp konumuza geri döndü. “Dışarı çıkmalıyız.” dedi, “Mutlaka dışarı çıkmalıyız, burada kalarak hiçbir şeyi engelleyemeyiz. İnan o felaket sahneleri aklıma geldikçe familyandan bir kuzeyli kafama balyozla vuruyormuş gibi oluyorum.” Dışarıda çıplak olacağının farkında olup olmadığını sordum, yoksa hep böyle mi çıkıyordu dışarıya? Gerçek bir kadını çıplakken karşımda görüp görmediğimi sordu. Gözlerinde bir kadınla birlikte olamayacak kadar sefil olduğumu ima eden bir ifade vardı. Ama öyle, bir tabloda ya da tvde değil, gerçek, canlı bir kadını. Kimse vedel fokuna dönüp bakmıyordu bile. “Beni her gün belgesellerde görüyorlar zaten.” dedi. “Her gün tvde çıplak kadınlar da görüyorlar ama emin ol sokakta karşılaşsalar bu kadar tepkisiz kalmazlar.” dedim. “O çanta ne?” diye sordu. “Hangi çanta?” diye sordum. “Neyse geldik.” dedi.
            Çıkmaz, dar bir sokağa girmiştik. Biraz ilerde evden eve gerilmiş iplere asılı donlar ve sütyenler başlıyordu. Sütyenin bir tanesi dikkat çekecek kadar kırmızı ve büyüktü. Belki vedel fokunu belinden rahat bir şekilde sarabilir, kopçası hiç zorlamadan takılabilirdi. Sütyenin tam altındaydık. “Bu ev.” dedi. Soldaki kapının ziline bastı. “Burada ne yapacağız?” diye sordum. Cevap vermedi. Gergin bir ifade vardı yüzünde. Tekrar bastı zile, bilindik, kuş sesi çıkaran zillerdendi. Bu derme çatma evler için fazla yeni kaçıyordu bu zil sesi. “Yoklar!” dedi. “Yoklar… Sanki yer yarıldı da yerin dibine girdiler.” Bence bu söz için erkendi, yeni gelmiştik, sütyen sahibi eğer kapıyı açacak olan kişiyse kapının açılması için ya da en azından “Kim o?” sorusunu duymak için biraz daha zaman geçmesi gerekebilirdi. Kapının önüne oturduk. Yüzgeçlerini göğsünde birleştirdi, tırnakları yoktu ama tırnaklarıyla oynuyormuş gibi yapıyordu yüzgeçlerini.
           “Yerin dibine geçmek…” dedi sessizce. Yine kimya denklemlerine başlayacağını sandım ama öyle olmadı. “Sana vedel foklarının buzu dişleriyle kazıyarak açtıkları deliklerden bahsettim mi? Yavrularımızı suyla ilk defa buluşturduğumuz yerlerdir o delikler. Felakete iki saat var ve belki bir delik açıp yerin altına girmek iyi bir fikir olabilir. Neden olmasın? Yerin altı… Yerin dibi… Ama hayır, o şekilde kimseyi kurtaramayız, sadece kendimizi kurtarmış oluruz…”
            Kendime geldiğimde yatağımda yatıyordum. Kolum sargılıydı ve boynumda boyun ateli vardı. Yanımda üst komşunun avukat emeklisi babası öksürüyordu. Uyandığımı görünce öksürüğü kesildi: ”Oo maşallah maşallah… Günaydın komşu.” dedi gülerek. Tekrar öksürmeye başladı. “Valla Allah’ın sevgili kuluymuşsun, Allah bağışladı seni bize vallahi Allah…” Bunları neden bağırarak söylediğini anlamadım. Boyun atelinden dolayı alt dudağım öne doğru çıkmıştı ve bu konuşmama yansıyordu.
            “Ne oldu bana?”
            “Bir şey olmadı oğlum, bir şey olmadı merak etme…” Elini omzuma koydu. “Turp gibisin valla. Birazdan patronun gelir pansumanını yapar. Yorma kendini. Hah…”
            “Ne zamandır baygınım?” diye sordum elimle alnımdaki yarayı yoklarken.
            “Vallahi dün geceden beri baygınsın deli oğlan seni… Belediye çukurunda baygın bulundun. Allah’tan bulmuşlar adresini, çantanın üzerinde eczanenin adı yazılıymış, sizin eczanenin, patronuna ulaşmışlar öyle. Ey Rabbim sen nelere kadirsin? Ya hayyu ya kayyumu birahmetike estağisü… Bizi kazadan, felaketten koru güzel Rabbim…”
            “Vedel foku bana felaketten bahsetti. Gerçekleşti mi? Ondan mı böyle oldum ben?”
            “Yaa oğlum, su itleri, penguenler… Allah o gâvurların bin belasını versin nasıl vuruyorlar garibanların kafasına kafasına… Hâlbuki ne diyor hadis: “Bir kadın, bağlayıp yemek vermediği, yer haşerelerinin yemesi için serbest bırakmadığı kedi yüzünden cehenneme girdi.” Yaa oğlum, yaa… İnanır mısın dedem anlatırdı boğaza su iti izlemeye götürürmüş bey babamı zamanında…”
            “Vedel foku başardı, hatırlamıyorum nasıl başardı ama başardı…”
            Patronum ne zaman odaya girdi, ne zaman bana fark ettirmeden odanın bir köşesinde şırıngayı hazırlayıp yanıma kadar geldi? Enjekte etme işini bitirmişti, patronum konuşuyordu:
            “Neyse bu en azından onu bir süre daha uyutur. Bu sayıklamalar, foklar, depremler hiç iyi değil, olmadı yarın bir doktuoğ…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder